Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Özel Koleksiyonlar / Ahmed Nezih Galitekin
Fatih Dalgalı

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Özel Koleksiyonlar / Ahmed Nezih Galitekin
Fatih Dalgalı

https://www.zdergisi.istanbul/makale/ozel-koleksiyonlar-ahmed-nezih-galitekin-681

1945‘te Kocaeli Yukarı Değirmendere’de doğdum. Annem İstanbullu, babam Geyveli. Babamın İstanbul Beşiktaş’ta tramvay durağında saatçi dükkanı varmış. Annem de Beşiktaş’ta oturuyor, birbirlerini sevmişler, evlenmişler ve babam Gölcük Tersanesinin kuruluşuyla Gölcük’e gelmiş. Babam orada ustabaşıydı, çok iyi bir sanatkârdı. Son derece iyi, güzel ahlâklı bir insandı. Annemin ailesinin İstanbul’daki birkaç yüzyılını biliyoruz Ulema, asker ve bürokrasi zümresinden çok insanlar var o ailede. Beşiktaş müftüsü olan Hafız Yusuf Efendi, annemin teyzesinin efendisiydi. Beşiktaş Abbasağa’da, ahşap, üç katlı, yüksek tavanlı devasa bir konağı vardı. Efendibaba derdik ona. Bir odası vardı, birkaç kez kapıdan bakmışlığım var o odaya. Her taraf yerden tavana kadar kitaptı. Kitapla muarefem oradan başlamıştı. Anneannemin de kendi evinde kitapları vardı, hep okurdu. Ama bizim evde hiç kitap yoktu. Babam bir tek gazete alırdı.

OSMANLICA ILE TANIŞMAM

1967’nin yılbaşında, iki ay da mükâfat izniyle askerden terhis oldum. Geldikten sonra bir astsubay arkadaşım vasıtasıyla dindarlaştım. Birlikte bir yaşlı amcadan Kur’an-ı Kerim öğrendik. Küçük bir odada ders görür, ders bittikten sonra kahvede otururduk. O zat cebinden bir forma kâğıt çıkarırdı. Ya bir Sebîlürreşâd sayısı veyahut Konyalı Vehbi Efendinin Hülâsatü’l Beyân fi Tefsîrü’l Kur’an’ın son fasikülü.. Bize namaz surelerini okurdu. Bir ara dedi ki, “şu J’dir, şu Ç’dir... Bunlar Kur’an’da geçmez.” Öyle bir kulağıma çalınmışlığı oldu.

Bir müddet sonra SEKA’da çalışırken yaşlı bir zât ile Bediüzzaman’ın Osmanlıca Muhâkemat’ını okuduk. Daha doğrusu o okudu, ben de aynından takip ettim. Ardından bir lûgat alarak o eseri Lâtin harfl eriyle yazmaya başladım. Öylece Arap harfl erine muarefem başladı. Her hafta tatilinde İstanbul’a gider, Beyaz Saray’ın zemin katındaki kitapçılardan ve Sahafl ar Çarşısından kitaplar alırdım.

ISMAIL ÖZDOĞAN VE ENDERUN KITABEVI

Sahafl arda, hepsine giderdim ama en çok gittiğim Necati Alpas Beydi, Allah nurlar içinde yatırsın, çok iyi bir insandı. Gerçek sahaf da oydu. Hep eski kitaplar satardı. Gençleri severdi. Üniversite talebeleri gelir, bir iki kitap aldıklarında bir iki kitap da kendi hediye ederdi. Gözü de toktu, zaten varlıklı bir ailenin damadıymış. O tarihlerde PETKİM’de çalışıyorum, maaşımız yüksekti, para sıkıntısı yoktu. Enderun Kitabevi açıldı. İsmail Ağabey (Özdoğan) daha astsubay. Ertuğrul Düzdağ, İsmail Erünsal ve bir grup arkadaş evlerindeki fazla kitapları getirmişler, orayı kiralamışlar. Aslında sigara içilmeyen bir kahvehane bulalım da biraraya gelelim düşüncesiyle başlamış ancak öyle bir yer bulamayınca burayı kiralamışlar. Fazla kitapları satarız, dükkanın kirası çıkar, biz de bir sohbet meclisi kazanmış oluruz demişler. Bir müddet sonra İsmail Ağabey emekli oldu. Boş yere astsubaylık yapmış. Allah onu tüccar ruhlu yaratmış, müthiş bir ticari zekâ. İsmail Ağabeyle çok yakın dostluğumuz oldu. Beni deposuna götürürdü, çok yardımını gördüm. Her gün Hürriyet gazetesine ilan verirdi. O zamanlar tabii “dindar dediğin yobaz olur” düşüncesi vardı, öyleydik. Niye Hürriyet’e ilan veriyor diye içimden geçerdi. Ama ne kadar akıllıymış ki kütüphaneler aldı. Müthiş bir sahaflık yaptı. İki tane dairesi vardı, dairenin içinde kitaplara ancak sürtünerek geçilebilirdi, yüz binlerce kitap vardı. Kitabı çok iyi tanırdı, listeler yapardı. Dünyanın çeşitli üniversitelerine hep kitap gönderirdi. Merzifonluydu. Merzifon’da beylikler döneminden kalma bir cami varmış ama yok olmuş. Onun yerini tespit etti, kayıtlarını çıkardı ve orayı satın alarak camiyi ihya etti. Koşuyolu’nda bir köşk almıştı, vefatına yakın o köşkü sattı, işte o parayla. Yine Merzifon’da tarihî bir konağı satın alıp restore ettirdi, valiliğe kültür hizmetlerinde kullanılmak üzere hibe etti.

MERAK ILMIN HOCASIDIR

Her gün kitap okuyorum, yirmi beş sene bir gün kahveye çıkmadım. Servise biniyorum evden işe gitmek için. Yol kırk beş dakika sürüyor. Cebimde veya poşetimin içinde bir iki kitap olur, hemen açar okurum. Yanıma da kimse gelip oturmaz bütün yerler dolmadıkça, bu adam zaten konuşmuyor diye. PETKİM’de dokuz sene başoperatörlük, on üç buçuk sene formenlik yaptım, fabrikanın vardiya amiri gibi. Rahat bir pozisyon. Dolayısıyla fabrika çalışırken bir arıza yoksa yine hep kitap okudum. Dönüşte de keza, evde de aynı... Yirmi beş bin kitabı künyesiyle bilirdim. Hatta Osmanlıca kitapları çok daha fazla bilirdim. Bir kitap kaç kez basılmış, hangi şehirlerde basılmış, tarihleriyle birlikte bilirdim. Çünkü aklım fikrim hep kitapla meşguldü. İsmail Ağabey “Ya Ahmed Bey nereden buluyorsun bunları?” derdi. Merak ilmin hocası, ne yapalım. Kaç tane defterim vardır, almam gereken kitap künyeleri yazılıdır bu defterlerde.

KİTAP KISMET İŞİDİR

nsan ne kazandığına sevinmeli ne de kaybettiğine yerinmeli, Allah kısmet edecekse o bir şekilde muhakkak gelir. Hiçbir şekilde hırs yapmamışımdır. Yalnız birkaç yerde üzüntü duydum. Mesela, Hadikât’ül-cevamî’yi yapıyordum. Her hafta Sahaf Sakallı Lütfü’ye gidiyorum, bir gidişimde “karşıdaki dükkanda bir Hadikâ nüshası var, adamın biri etrafını silme notlarla doldurmuş, onu bir gör” dedi. Gitti getirmeye ancak satılmış. Fakat o adam beni çağırmış. Bir hafta sonra gittim, bir kutu, İstanbul mescidlerinin fotoğrafları, yüzlerce binlerce notlar, iki büyük defter İstanbul Mevlevihaneleri, iki metrelik eski yazı beratlar, fermanlar, evrak. Bu metrukâtı Taksim’de bir sarhoş çöp bidonunda bulmuş, iki milyara bu sahafa satmış. O kutu için benden beş milyar istedi, alamadım. Şeyhülislâm Mustafa Hayri Ürgüplü’nün Evkaf Nazırlığı döneminde müsteşarlığını yapmış olan Ebussuud oğlu Ahmed Beyin imiş. O kutunun gitmemesi lazımdı, onda hayıflandım.

KÜTÜPHANELERE SAHIP ÇIKILMADI

Seyfettin Özege’yi de tanırdım. İnci gibi Osmanlıca yazardı, Allah nurlar içinde yatırsın. Yirmi beş bin matbu Osmanlıca kitabı Atatürk Üniversitesine bağışladı sağlığında, kendi mühürlü kitaplarının sahaflarda satıldığını görme bedbahtlığını yaşadı. Bir de Ord. Prof. Dr. Cavit Baysun, o da tam bir kitap hastasıymış, her kitaptan iki tane alırmış, birini deri cilt yaptırır, ötekini okurmuş. Kitabı ipek eldivenlerle tutarmış. Kütüphanesi İstanbul Üniversitesine bırakıldı, onun da bir kısmı yağma edilmiş. Buna benzer birçok kütüphanenin cehalet ve ihanet ile yok edildiğine şahit oldum. Mesela kırk yıl önce İzmit’te Konak adlı bir kitapçı vardı, orada gördüm. İzmit Halk Kütüphanesinin Halkevleri döneminin 30’lu, 40’lı yıllarda basılmış, birkaçı birarada ciltlenmiş değerli kitapları, cildinden çıkarılarak tek tek satılıyordu. Yine İzmit bit pazarından üniversite kütüphanesi mührü olan birçok kitabı birer liraya aldığımı hatırlıyorum.

KITAPLARIN MESULIYETI VE VASIYETIM

Dayım birgün dedemden kalan bir kitap getirdi. Dörtyüz küsur yıllık büyükçe bir kitap ve epey de kalın. Aharlı bir kâğıda yazılmış, Bursa işi cildi var, sanki daha dün yazılmış, o kırmızı mürekkepler is mürekkepleri pırıl pırıl. Zerre miktar solma yok. Kitap Türkçe, devri de 16. yüzyıl. Çok hoşuma gitti. Bir ilmihal kitabı. Bir karıştırdım, baktım Mahmud Paşa Kütüphanesinin vakıf kaydı var. Bunu görünce bende kalmasının doğru olmayacağını anladım, ama bir okuyayım da öyle ilgili kütüphaneye vereyim dedim. Sonra 1999 depremi oldu, depremde gördüm ki kimse kitaba falan bakmıyor. Dozer geliyor, yıkıntılardan kepçesiyle alıp kamyona yüklüyor, gidiyor ne varsa. O zaman kendime dedim ki “Bu işin mesuliyetini ne deden çekebilir ne de sen.” Hemen İSAM’a götürdüm.

Depremden bir sene sonra bir arkadaş “birisinde eski yazı kitaplar var, satmak istiyor, alır mısın?” dedi, “getir bir bakayım” dedim. Getirdi, on cilt kadar, harikulâde talik hat ile yazılmış, her bir ciltte ikişer, üçer tane vahdet-i vücud ve Melamîlik ile ilgili risaleler var. Kavaklı tarafında bir Melamî şeyhinin herhalde evi yıkıldı, çöpe düştü, oradan da biri buldu. Ama kitaplar çok kıymetli. Cüzdanımı çıkardım, seksen liram varmış, olur mu dedim, kabul etti. Bu kitaplar seksen liraya değil, seksen bin liraya alınmaz. Kitapları kataloglardan kontrol ettim, iki tanesi kataloglara göre tek nüsha, bir tanesi Fusûsü’l Hikem Şerhi, bir de divan. Bunlar hep o kitapların içinde. Sonra düşündüm, bu iş seksen liraya olacak birşey değil. Cenab-ı Hak, “Al bunu milletin hizmetine sun” diye beni vesile kıldı, bunun için şükretmek gerekir dedim. Olduğu gibi hepsini İSAM’a hediye ettim.

Sonra da elimdeki bütün yazmaları İSAM’a verdim. Çocuklarıma vasiyetim şudur ki, parayla aldığım evrakımın dahi hiç birisini satmayacaksınız, hepsini ya İSAM’a ya da Osmanlı Arşivi’ne vereceksiniz.

KÜTÜPHANEMDE OLAN KITAPLARDAN

Çok güzel kitaplar satın aldım. Birkaç bin tane Osmanlıca kitabım var. Rahmetli İsmail Ağabey, Seyfettin Özege’nin beş ciltlik eserine bir zeyl basmak istiyordu. Özege katalogunu taradım. Orada olmayan 125 civarı eski yazılı kitap çıktı bende. Onların künyelerini fişlere yazdım, İsmail Ağabeye verdim ama o kitabı çıkaramadı. O fişlerden kendime de yedek almamıştım, ona pişman oldum. Değişik yerlerde basılmış epey risale aldım. Osmanlıca ana kaynaklar itibariyle hiçbir eksiğim yok. Vakanüvis tarihleri, kronikler, şuara tezkireleri, ulema tezkireleri... ne varsa hepsi kütüphanemde var. Şuna da bakayım dediğimde başka bir kütüphaneye ihtiyaç hissetmiyorum. Zaten yarım asırlık bütün kazancımın zaruri harcamalarım dışındaki hemen hepsi kitaba gitti. Bir daire aldım, onu da emekli ikramiyesiyle aldım. Ondan önce hiç para biriktirmedim, bütün kazancım kitap. Mesela Mevlanzâde Rifat’ın Türk İnkılabının İç Yüzü adlı iki ciltlik Halep’te basılmış bir kitabı vardır. Türkiye’de yoktu. Kim bulduysa biri bulmuş o kitabı... Fotokopisini sattılar, fiyatı da aylığımın yarısıydı. Kitaba verdiğim parayı gözüm zerre kadar görmez, hiç üzülmem. Bin küsur kitap da hediye etmişimdir.

İşte böyle, hayatım kitaplarla geçti.