Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Özel Koleksiyonlar / Ali Birinci
Z

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Özel Koleksiyonlar / Ali Birinci
Z

https://www.zdergisi.istanbul/makale/ozel-koleksiyonlar-ali-birinci-679

Kitap sevginiz nasıl başladı ve gelişti?

Benim kitaplarla tanışma hikayem ilkokul üçüncü sınıfta başladı. Hendek, Balıklı Şeyh köyüne 1957-1958 ders yılında, ilk öğretmenlik mahalli bizim mektep olan genç ve idealist bir öğretmen geldi: Düzceli Erol Altınkum. Bolu İlköğretmen Okulundan yeni mezun olmuş. Merhum, bizden topladığı 25-50 kuruşlarla okulda ilk defa bir kütüphane kurdu. Öğrencilerden İrfan ağabey de kitaplık sorumlusu yapıldı. Aynı sınıftaydık ama 3-4 yaş vardı bazı arkadaşlarla aramızda. Çünkü ilkokul yeni açılmıştı köyümüzde.

Her gün birkaç kitap alırdım kütüphaneden ve okuyup teslim ederdim. Gece gaz lambasının ışığında muhakkak okumuş olurdum kitapları. Ben hayatın zevklerinden hangisini seçsem diye hiç düşünmedim veya böyle bir ihtiyaç duymadım. Kitaplarla karşılaştım ilkokul üçüncü sınıftan bu yana kitaplar benim dünyam oldu. Ne zamana kadar? Bu zamana kadar, yani 63 senedir. İnşallah bir 63 sene daha sürer diyeceğim ama “Aşağıdan, yukarıdan yolun sonu görünüyor”.

Netice-i kelam kitap dışında başka bir zevk aramadım; futbol ya da herhangi bir spor dalı veya bir sanat dalı… Resmi severim ama beceremem. Zaten kitaplar benim dünyamı doldurdu. Dolayısıyla ben o zamandan beri kitaplarlayım. 1958’de Hendek’e gittim, Cumhuriyet İlkokuluna nakledilmiştim. Orada Şenol Baycan isminde bir arkadaşım vardı, ilk mektep öğretmeni Erzurumlu İbrahim Baycan’ın oğlu. Evlerinde iyi bir kitaplık mevcuttu.Onun sayesinde daha hızlı bir okuma devresine girdim.Bu arada ilkokul dördüncü sınıftan itibaren ucuz halk kitapları, Hz. Ali Cenkleri ve aşık kitapları almaya başladım. Her salı günü çarşıya Darendeli misk ve halk kitapları satıcıları geliyordu.

O günden bu yana kitap satın alıyorum. İkincisi bilhassa Ankara’da kitap ciltletiyorum. Kitap saklıyorum ve biriktiriyorum. Ara sıra da bir bakıma kitaplara olan sevgimin delili olabilecek bir şeyler yazıyorum. Bütün hayatım bundan ibaret. Yani okudu, ciltletti, sakladı ve bir şeyler yazdı diyebilirsiniz.

Her şahsî kütüphaneye, oluşurken önce birbirinden farklı alanlarda kitaplar giriyor ama sonra bu alan çeşitliliği yavaş yavaş yerini belli ilgi alanlarındaki kitaplara bırakıyor. Sizde bu durum nasıl seyretti?

Açıkçası bende esas itibariyle edebiyat ve tarih sahasındaki kitaplar işin merkezinde. Ama o sahalar da tek bir şıktan ibaret değil. Mesela tarih sahasında bilhassa son 200 seneye dair kitapları toplamaya çalıştım. Eski yazı, yeni yazı, Fransızca, biraz Rusça —Kırgızistan’da Rusçaya çalışmıştım— kitaplar aldım. Çok az da olsa Arapça kitabım var.

Bunun dışında ana dallar olarak edebiyat da epeyce ağırlıklıdır. Çünkü edebiyat benim ilk gözağrımdır. Bazen acaba edebiyat bölümüne devam etse miydim diye düşünmüşümdür. İki ayrı edebiyat bölümünü de kazanmıştım. Söylemesi ayıp mı değil mi bilmiyorum: 1966 imtihanlarında Erzurum Türk Dili ve Edebiyatını birincilikle, İstanbul’u dördüncülükle kazanmıştım. Ama ben kaymakamlık için mülkiyeye gittim. Mülkiyede de üçüncü sınıftayken insanları idare edemeyeceğime karar verdim, iktisat ve maliyeye geçtim. O zamandır sadece kendimi idare etmeye çalışıyorum ve nadiren de olsa bunu başardığımı düşünüyorum ama arzu ettiğim derecede değil. Kısaca hayatımda edebiyat ve tarih merkezli kitaplar var.

Bazen kitap almanın farklı sebepleri veya vesileleri olabiliyor: Mesela Niğde’de basıldı diye Edip Ali Baki merhumun bir şiir kitabını almışımdır. Yine Ankara’da basılan ilk romanları, eski yazı bir kısım kitapları sırf Ankara sevgisinden dolayı aldım. Samiha Ayverdi merhumenin bütün kitaplarını, hayran olduğum Türkçesinden dolayı alıp okuyorum. Refik Halid’in eski ve yeni yazı bütün kitaplarını alıp okudum, ciltlettim ve saklıyorum. Lübnanlı bir Hıristiyan Arap kadını var Sofi Huri, onun tercüme ettiği bütün kitapları aldım ve hâlâ buldukça alıp okuyorum. Türkçesi çok güzeldir, bayılırım. Rusya’da basılmış “Ünlü Adamların Hayatı” diye bir biyografi dizisi var. Örnek olsun diye onlardan 40-50 tane aldım. Bu dizinin kataloğu bile 250 sayfa civarındadır. Onlardan bir ikisini TTK’da tercüme ettirip bastırmıştık. Dolayısıyla kitap almanın vesilesi çok yani. Aslolan kitabı sevmektir. İlk sebep budur, yeter ki kitabı sevin.

Siz Türkiye’de biyografi yazımı denince ilk akla gelen isimsiniz. Kütüphanenizde bu bakımdan biyo-bibliyografik kaynaklar ağırlıkta olmalı. Kütüphanenizi önemli kılan taraf budur demek doğru mudur?

Evet ama birkaç özelliğinden sadece biri. Bir kere bu alanda ne çıkarsa ne bulursam alıyorum, bir formalık risaleler de dahil. Çünkü acizane kanaatim tarih aslında peygamberlerin ve kahramanların hayat hikayeleriyle başlar ve aslında “teracim-i ahval” veya Frenkçesiyle “biyografi” veya son zamanlardaki moda tabiriyle “biyo-bibliyografya” yani biyografi + kitabiyat/ bibliyografya, yani okuyan yazanların biyografisi bence her devirde tarih ilminin ilk adımıdır. Yani “teracim-i ahval” tarihin mukaddemesidir diye inanıyorum açıkçası. Dolayısıyla tercüme veya telif, biyografiyle ilgili ne bulursam alıp okumaya çalışıyorum. Bir kitap okuyucusu muhakkak önce okuduğu kitapların müelliflerini ve kitaplarda ismi geçen şahsiyetleri asgari derecede tanımalıdır. Çünkü bir insan içinde yaşadığı cemiyet veya dünyanın insanlarını tanımak zorundadır.

Biyografik kaynakların dışında kütüphanemde hatırat, gazete ve mecmua koleksiyonlarım da iyicedir. Süreli yayınları bulmak, hele takım halinde bulmak çok zordur. Bu sahada bilhassa Cemil Meriç’in “Dergiler hür tefekkürün kalesidir” şeklindeki sözünü hatırlıyorum. Dolayısıyla dergi ve gazete türünden yayınları bilhassa almaya çalışıyorum, eksik sayıları varsa tamamlamaya çalışıyorum. Çünkü ben eski tabiriyle mevkute veya Tatarcasıyla “vakitli matbuat”ı çok seviyorum. Her biri ayrı birer dünya. Her sayıda bir sürpriz oluyor, bir isme rastlıyorsunuz vesaire. Dolayısıyla bir dergiyi, gazeteyi tamamlamak için bazen 30-40 kırk yıl peşinden koştuğum oldu. Mecbur kalmadıkça eksik sayıları fotokopiyle tamamlamıyorum. En son Serdengeçti mecmuasının sadece üçüncü sayısını fotokopi olarak temin ettim. Onu artık ciltleteceğim. Ama bu eski gazete ve mecmualardan genel kütüphanelerde de olmayan bazı koleksiyonların epeycesi bendenizde takımlar halinde var. Bir kısmının bir sayısı bile kütüphanelerde yok. Bunlardan önemli gördüğüm Çaylak Tevfik’in Asır gazetesi ve Adana’da çıkan İttihatçı İtidal gazetesinin çeviri yazılarını TTK’dan bastırmaya muvaffak oldum. Elimdeki ciltleri de TTK Kütüphanesine hediye ettim.

Kütüphanemde meşrutiyet devrinin İttihatçı gazetelerinden İttihad’ın 1-125. sayılar arası tam koleksiyonu mevcut. Bu süreli yayın kütüphanelerde eksiktir. İzmir’de basılmış, Hürriyet ve İtilaf Fırkasının ilk muhalefet gazetesi Müsâvât’ın ilk 146 sayısı, yani tam koleksiyonu var. Yine Çankırı’da çıkmış Çankırı’da Necât gazetesinin yegane koleksiyonu da fakirin kütüphanesindedir. Bu gibi süreli yayınları çok seviyorum. Ayrıca Türk Dil Kurumunda da birkaç derginin koleksiyonlarının basılmasına vesile olmuştum. Türk Amacı koleksiyonunu ben vermiştim. Bu metinler üzerinden tıpkıbasım yaptılar. Bedros Zeki’nin Ermenice-Türkçe ve Türkçe-Ermenice lügatleri de benim verdiğim nüshalardan hareketle tıpkıbasım yapıldı.

Kütüphanelere bağışladığınız nadir eserler veya az bulunur süreli yayınları da soracaktım.

TTK Kütüphanesinde olmayan 1000’e yakın kitabı bağışladım. O zaman teşekkür yazın diyememiştim, hâlâ yazılmadı; bir gün yazılır diye ümit ediyorum. Çünkü oraya —başka yerde olmayan— epeyce Fransızca, Türkçe, Arapça gazete koleksiyonu da hediye etmiştim.

Kütüphanenizde dikkat çeken bir husus var, diğer birçok şahsî kütüphaneye göre daha fazla ciltletilmiş kitap var.

Doğru. İlk ciltlettiğim kitap Polis Kolejindeyken satın aldığım İnce Memed’dir. Hâlâ kütüphanemde durur. Hatta onun hakkında bir kompozisyon yazdırmıştı edebiyat hocamız. En yüksek puanı da bana vermişti. Ondan sonra gerek talebeliğim sırasında gerekse meslek hayatına atıldıktan sonra aldığım kitapları — bilhassa formalı basılmışsa ve bir parça da olsa kirliyse, cilde ihtiyacı varsa— muhakkak ciltletiyorum. Yıllardır sadece kitap parası değil, ciltletme parası da ayırıyorum.

Kitabı ciltletirken nelere dikkat ediyorsunuz?

Ön ve arka kapaklarını attırmam, bu bir. İkincisi takip ettiğim bazı kitaplar için matbaacıya, yazara veya yayınevine ulaşabilirsem onların daha sırtı kesilmeden forma halinde baskıdan çıkmış ve kırımı yapılmış nüshalarından istiyorum. Böylece kütüphanemde bazı kitapların başka kütüphanelerde olmayan bu şekilde ciltletilmiş nüshaları da bulunuyor.

Yani normalde ciltsiz, sırtı kesilerek sadece tutkalla yapıştırılmış olarak satışa verilen kitapların sizde formalı hallerinden ciltletilmiş, kimsede olmayan nüshaları var.

Evet, takip ediyorum ve formaları kesilmeden alabilirsem ciltletiyorum. Çünkü benim nazarımda bir kitap iplik dikişli değil de sırtı kesilerek —buna Frenkler lünbek cilt diyor— basılmışsa zaten “teksir” oluyor. Asla kitap ismine layık ve klasik manada bir kitap olmuyor. Bu meselede bir de “sıcak tutkal” yutturmacası var ki ayrı bir hikaye. Bizde kitap hakkında asgari bilgisi olmayan insanlar kitap basıyor ve bastıkları zevksiz kitaplar ile sadece ucuz ve aşırı kazanç gayesini güdüyorlar. Bunun istisnaları çok az.

Mükerrer kitap alıyor musunuz?

Mükerrer kitap alıyorum. Yedeklemek istediğim kitaplar oluyor. Mesela diyelim ki İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Sadrazamlar’ı bende yedeklidir. İsmail Hami Danişmend’in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nin dördüncü cildi —en çok kullandığım cilt-, Ali Çankaya merhumun Mülkiye Tarihi’nin en çok kullandığım üçüncü cildi, indeks cildi yani sekizinci cildi yedeklidir. Raflara bakarsanız, oradaki Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye’de Siyasal Partiler kitabı da yedeklidir. Bir kısım sevdiğim kitapları bulursam muhakkak yedekliyorum. Bazen nereye koyduğumu bulamadığım kitapları aldığım da oluyor.

Kitapları raflara dizerken nasıl bir tasnif tarzı geliştirdiniz?

Maalesef bütün kitaplarımı tasnif edebildiğimi söyleyemeyeceğim. Kabaca mecmua ve gazeteler, hatırat türünden kitaplar, biyografiler, yakın tarihe dair askerî neşriyat, şiir kitapları, yerli ve yabancı romanlar şeklinde bir tasnifim var. Mecmualardan da mesela İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından çıkarılan Şarkiyat, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları, Türkiyat Mecmuası, Tarih Enstitüsü Dergisi bir yerdeler. Aslında mümkün olduğu kadar her fırsatta tasnife devam ediyorum.

Kütüphanenizin Osmanlı alfabesiyle basılmış kitaplar açısından oldukça zengin olduğu açık. Biraz da onlardan konuşalım.

Sadece bende olan bir kısım kitaplar var. Mesela geçenlerde Prof. Emre Dölen Hoca, Mehmed Arif Beylikçi’nin —ki Almanya’da kimya doktorası yapan galiba üçüncü Türk— Halkalı Ziraat ders kitaplarından olan kimyaya dair eserlerinin sadece benim kütüphanemde bulunduğunu söyledi. Ben de onun arzusu üzerine kitabı taratıp CD’ye çektirdim ve kendisine gönderdim.

Şapirograf baskılardan mı?

Şapirograf baskılardan. Bu arada sadece bende değil ama pul kadar nadir şapirograf veya şapograf mülkiye ders notları, Ankara Hukuk Mektebinin ilk ders kitapları —1946’ya kadar olanları hakkında bir yazı da yazmıştım-, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden yine bir kısım şapograf ders notları da kütüphanemde bulunuyor. Nadir kitapları perakende olarak buldukça alıyorum ki bunlar kütüphanelerde kolayca görülemeyebilir.

Bir de zamanında çok sayıda basılmış ama yangın, sel, toplatılma ve sair bir kaza sebebiyle nüshaları az bulunan kitaplar var. Kütüphanenizde bu kitaplardan da epeyce var zannederim. Cûdî Lügati’nin basıldıktan sonra bir yangında çoğu nüshalarının yanmış olduğunu anlatmıştınız bir seferinde.

Evet Cûdî Lügati’nin basıldıktan sonra bir yangında çoğu nüshası yanıyor. Bundan dolayı az bulunan bir kitap. Bendeki nüshasını bir dostuma hediye ettim. Ordu teşkilatına dair yazma halinde Harbiye Ders Notları gibi nadir risaleler de var kütüphanemde.

Son dönem yazmalarının dışında klasik devre ait Osmanlı yazmaları çok ilgi alanınıza girmiyor sanırım.

Yazmalara para verebilecek kadar zenginleşemedim. Yazma eserler çok lüks bir harcama kalemi ama kütüphanemde hiçbir kütüphanede olmayan epeyce eser var. Bazı nadir kitapları nasıl olsa kütüphanelerde vardır diye almadım. Fakat sonra bir kısmını bulamadım. Bu bende kütüphanelere karşı bir güvensizlik oluşturdu. Artık bir kitap ilgi alanıma giriyorsa onu alıyorum, kütüphanelerde vardır demiyorum.

Mesela Selanik’te basılmış Tekin Alp’ın Teşebbüs-i Şahsî diye bir kitabına rastlamıştım. Sordum sahafa, pahalıydı. Nasılsa kütüphanelerden fotokopisini alırım dedim, 40 senedir hâlâ bulamadım. İşte böyle kitaplara rastladıkça imkanlarımı zorlayarak kaçırmamaya çalışıyorum.

Bu vasıflarda bir kütüphaneye sahip olmanıza rağmen size yine kütüphanelerde rastlanıyor oluşunu nasıl açıklayabiliriz?

Araştırma yaparken bir kaynak kütüphanemde yoksa ve bir kütüphanede var olduğunu öğrenmişsem, Ankara’da hangi kütüphanedeyse bir kere onun kapısını mutlaka çalarım. Hani “su göründü teyemmüm bozuldu” diye bir kaide var ya, ilimde de öyledir. Kaynağın varlığından haberdar değilsem mesele yok ama biliyorsam mutlaka peşinde koşarım ve illaki kütüphanelere giderim. Çünkü bir bakıma kütüphanem, diğer kütüphanelere olan ihtiyacımı azaltmak için büyüdü her geçen gün.

Bir de kitap almayacaksam para kazanmamın bir manası yok ki. Hatta yaşamanın da bir manası yok. Yani yaşamak aslında benim için belki de 60 senedir kitap satın almak, kitap ciltletmek, kitap okumak, biraz da kitap sevgimi gösterecek şekilde bir şeyler yazmaktan ibarettir. Acizane kanaatim, —bunu aşırı bulanlar var— ilim hayatını tercih etmiş bir insan kitap satın almayacaksa bence nefes de almamalıdır.

Hem ilim adamı kisvesini giyeceksiniz hem de kitaba para vermekten kaçınacaksınız, bu kerameti ancak bizim ilim adamlarımız gösterebiliyor. Diğer devletlerde ilim adamları böyle bir kerametten çok uzak veya nasipsiz kalıyorlar. Bir de “Ben kitap takip etmiyorum, lazım olunca kütüphaneye gidiyorum.” yolunda laf edenler veya “kıtır atanlar” zümresi var ki gittikleri kütüphanelerin dünyanın neresinde bulunduğu çözülmez bir bilmece.

Size kütüphanelerde rastladığımızda bir süreli yayının sayfalarını çevirirken görürdük çoğunlukla. Sizin süreli yayınlarla olan münasebetiniz daha doğrusu musahabetiniz, gördüğümüz, tanıdığımız birçok araştırmacıya, tarihçi hocalarımıza göre daha fazla. Gazete koleksiyonlarında aradığınız nedir? Çoğu araştırmacının neredeyse hiç eğilmediği zamanlarda bu kaynaklara niçin bu kadar eğildiniz?

Gazete sayfaları —her gazete için böyledir— basıldıktan bir gün sonra tarih malzemesi/kaynağı haline gelir. Dolayısıyla gazetelerde günün havadisi, günün tarihi vardır ve —yine yakın tarihle, gazetelerin çıktığı devreyle ilgiliyse— her araştırmanın üçüncü ayağı süreli yayınlardır. Dolayısıyla —yine yakın çağ için söylüyorum— bu alanda gazete veya mecmua taranmadan hazırlanmış her araştırma eksiktir.

Türkiye’de 1831’de Takvîm-i Vekâyi çıkmaya başladı. Dolayı sıyla 1831’den sonraki tarih dilimine dahil her araştırmada bu gazete ve onun devamı olan bugünkü Resmî Gazete taranmalıdır. Bir de bilhassa 1970’lere kadar —ama günümüz için de bu husus bir parça geçerlidir— hiç ummadığınız zenginlikte bilgiler oluyor. Eski gazeteler bir bakıma dergi ile gazete arası metinlerdir. Basit bir örnek vereyim: İsmail Hami Danişmend’in, Mükrimin Halil Yinanç’ın, Adnan Adıvar’ın bugünkü mecmualarda bile rastlanamayacak kadar kıymetli yazıları o zamanki gazetelerde yayınlanıyordu. Yani dünkü gazeteler, bugünkü mecmuaya benzerdi. Dolayısıyla gazeteleri ihmal eden bir yakın dönem araştırması mutlaka topaldır.

Gazete sayfalarında gördüklerimi fişliyorum. Gazetelerden üç bin civarında ölüm ilanı fişledim. Belki çalışmalarımda onların yüzde biri rast geliyor ama tam yerinde rast geliyor. Bu ilanlardan yola çıkarak biyografisini yazmak istediğim zatın akrabalarının kimler olduğunu öğreniyorum ve böylece onlara da ulaşabiliyorum.

Onları araştırmalarımda mutlaka kullanıyorum. Çünkü başka bir kaynaktan bu bilgilere ulaşamıyorum. Bir ara çok da mezarlık gezdim. Mezar taşlarından aldığım epey bir miktar kaydım, notum var.

Kütüphanenizde kenarlarına notlar alarak bilgi açısından zenginleştirdiğiniz kitaplar da görmüştük. Kenarlarına elyazısıyla önemli notlar düşülmüş kitaplar için adeta yazma eser hükmündedir gibi bir cümle sarf etmiştiniz.

Bir kere kitapların kenarlarına eksik veya yanlış yerlerine işaret koymak veya ek bilgiler yazmak demek kitapla sohbet etmektir. Bazen de en arkadaki sayfalara kitabın en hassas bilgilerinin sayfa numarasını yazmak gerekir.

Kütüphanelerin akıbeti konusunda neler söylemek istersiniz?

Aslında bu soruyu sormasanız çok güzel olurdu. Çünkü bu soru birçok büyük felaketi anlatmanın kapısını aralıyor. Bir defa kitaplarınızı bağışlasanız bir dert… Daha yerine varmadan ve ayrıca vardıktan sonra yağmalanıyor. Mesela merhum Seyfettin Özege, kütüphanesini bir üniversitemize bağışladı; 30 bin civarındaki kitabından 5 bin tanesi kayıp. Özege Bağış Kitapları Kataloğu basıldığı için oradan bulup istiyorsunuz, “yerinde yok” diyorlar. Soruşturma bile açıldı ama netice gelmedi bir türlü.

Hatırlıyorum, Ankara’da bir fakülteye Enver Behnan Şapolyo’nun kütüphanesi kızları tarafından bağışlandı, kütüphane yağmalandı. Çok zengin bir kütüphaneydi. Çünkü Şapolyo’nun babası Nâdirî Fevzi de Encümen-i Teftiş ve Muayene üyelerinden ve kitap meraklısı bir zattı. Çok entelektüel bir insandı.

Bu bakımdan bizim kütüphanelerimizde, kütüphanecilik dünyamızda inanılmaz büyük felaketler yaşanmıştır. Türkiye’de bir de “Kitap çalmak günah değildir” diye bir saçma inanç var. Maalesef kitap çalma suçu yaygın.

üyorum ben de… Fakat herhangi bir şey yapamadım şu ana kadar. Bir kuruma söz vermiştim ama Ankara’da yapacakları kütüphanenin temeline daha kazma bile vuramadılar. Sonunda bilmiyorum ne olur? Şu anda en büyük derdim, kütüphanemin dağılması hususudur. Çünkü bu kütüphane 60 yılda oluştu. Aslında —bu tabir o kadar kolay kullanılmamalı ama— millî bir servet bir bakıma… Para meselesi de söz konusu değil, bundan sonra bir 60 senede böyle bir kütüphane oluşturulamaz çünkü. Düşünüyorum, ıstırap duyuyorum. Endişeliyim.

Büyük önem verdiğinizi bildiğimiz bir husus var: Kütüphane adap ve erkanı. Biz dahi sizin kütüphanenize uğradıkça öğrendik bunları. Şahsî ya da genel kütüphanede bir kitapsever nasıl davranmalı?

Bir kere kitapsever, kitapları nazik bir dostuna davranır gibi karşılamalıdır. Bazen ödünç verdiğimiz kitapların üzerine çay tabağını koyup kitabın karton kapağında çay tabağının dairevi iziyle iade edenler oluyor. En mühim hususlardan biri de eline kitabı alanların kitabı nasıl açması gerektiğini bilmemesidir. Yani sağ elinin işaret parmağını tükürükledikten sonra kitaba alttan el atanlar çok. Eski kitaplarda, çok okunan kitaplarda bu duruma çok rastlanır. Böyle durumlarda kitabın alt köşesi kıvrılıyor, kirleniyor, yırtılıyor. Bir başka husus, kitap eğer bakıma ve ciltletilmeye muhtaçsa mutlaka ciltletmelidir. Çünkü her cilt, kitabın ömrünü asgari 100 sene uzatır.

Kütüphanenize gelen herkes, “Lütfen kitaplara ellerinizle değil, gözlerinizle dokununuz.” levhasını görmüştür. Bu da kütüphane adap ve erkanının bir parçası olsa gerek değil mi?

Tabii. Şimdi siz kitabı alıyorsunuz bir kucak paraya, ciltletiyorsunuz, öncesinde senelerce aramış da olabiliyorsunuz. Daha kitabı eline almayı bilmeyen biri kitabınıza hoyratça el atıyor. Bunlara benim gibi bir kitapseverin katlanması mümkün değil. Bu kimseler kitaba el attıklarında ruhuma zehirli bir ok girmiş gibi hissediyorum. Dolayısıyla kütüphaneme dost olsun, olmasın pek kimseyi davet etmem. Kitaplarıma da Arif’in Kıraathanesinde gazete karıştırır gibi el atılmasına göz yumamam. Malumunuz burası meşrutiyet devrinde İstanbul’da ünlü kıraathanelerden biridir. Bir de şöyle bir şey var, “Emaneti ehline veriniz.” deniliyor. Kitabı da ehline vermek gerek. Bazen hayatında bir tane bile kitap satın almamış biri kütüphaneme geldiği zaman kitaplar buraya adeta gökten kırkikindi yağmuru gibi yağmış zannediyor ve kitaplara saldırıyor. Bu olacak iş değildir. Bunun hoş görülebilir bir tarafı yoktur. Neredeyse benden “Getir bir katır, yükle götür” emr-i şerifini bekliyor. Israrla kitap isteyen bazılarına “arkadaş, kusura bakma ama benim paramla ilim yapamazsınız. Hiçbir kitap benim için hususen bir adet basılmamıştır. Kütüphanelerde ve kitapçılarda bulunabilir” demek zorunda kalıyorum.

Kitabın değer görmediği bir cemiyet yükselemez. Kitap cemiyette her zaman için bir içtimai kıymet olarak görülmelidir. Cemiyetimizde maalesef kitap, ders kitabı ise ancak esamisi okunabilecek bir nesnedir. Kitaplar ders aletidir, insanlara iş kapısını açacak diplomaya ulaştırma vasıtasıdır sadece. Bu bakımdan bir kitapsever olarak şikayetçiyim. Hakikaten kitabın daha çok basıldığı, daha güzel basıldığı, daha çok sevildiği ve satın alındığı, daha güzel ciltlendiği bir zaman diliminde dünyaya gelmiş olmak isterdim.

Öyle bir zaman dilimi oldu mu tarih boyunca?

Cumhuriyetin ilk yıllarında —belki daha azdı ama— kitaplar daha haysiyetli, daha itibarlı basılıyordu. Yayınevlerinin neredeyse tamamı ya iplik dikiş ya tel dikiş kullanarak satışa sunuyorlardı kitapları. Şu anda paralı parasız bütün yayınevleri kitabın kapağını güzel yapsalar bile cildini çok sıradanlaştırıyorlar, dikişli basmıyorlar, önlü arkalı basılmış kaliteli fotokopiler üretiyorlar aslında. Çoğu kitapta indeks yok. Az önce siz de gördünüz, Cumhuriyetin ilk yıllarında basılmış bir ders kitabında dahi indeks vardı. Şimdi en ciddi kitapların bile çoğunda indeks yok. Türkiye’de bir kültür unsuru olarak kitabın gördüğü muamele pek iç açıcı değil diye düşünüyorum. Zengin kitabevleri veya bazı banka yayınları bile tam bir felaket.

Şu anda bir büyük eksikliğimiz de kitap piyasasında rastlanan bir ahlaki zaaftır. Nasıl anlatalım, nesebi gayrisahih kitaplar var diyebiliriz. Yani intihal kitaplar. Basılan kitap sayısının çokluğu yanıltıcı, çünkü kalitesi az. Kitapların bir kısmında, özellikle tercümelerde Türkçe yok. Uydurukçaya saplanmışlar, kitaba bakıyorum bazen sırf bu sebeple alamıyorum.

Bence kitabı ve kültürünü daha çok gündemde tutmalıyız. Allah’ın en güzel eseri hangisidir diye sorma hakkımız yok belki bir kul olarak, Allah ne yarattıysa takdir onundur. Ama insanoğlunun en güzel eseri hangisidir diye sorabiliriz. Bunun cevabı da kitaptır. Onun için kitapsız, kütüphanesiz bir cemiyet düşünemiyorum.

Ödünç verip de geri alamadığınız kitaplarınız da olmuştur mutlaka.

Rahmetli Nurettin Topçu Hocamın Yarınki Türkiye’nin (1972) imzalı bir nüshasını, içim kan ağlayarak 1975 yazında bir arkadaşıma ödünç vermiştim. kırk dört sene sonra uzun bir maceranın ardından kitabıma, dostum Doç. Dr. Mehmet Aslan’ın haber vermesi üzerine bir sahaf vasıtasıyla kavuştum. Ancak Refik Halid’in Kemal Sülker’e imzaladığı bir kitabını maalesef kurban verdim. Yakinen tanıştığım ve çok sevdiğim şair Mehmet Çakırtaş da bekar odasından kitaplarını alan dostlarına ikaz ve rica için bir dörtlük asmış ama işe yaramamış ve dostları (!) yine kitaplarını götürmüş. Rahmetli Çakırtaş’ın üç oğlu vardı ve her kitaptan üçer tane alırdı. Dörtlüğü şöyle:
Alın malımı dostlar
Neyim varsa bitirin
Kitabımın yerine
Cenazemi götürün.
Kudemadan biri de şöyle bir beyit söylemiş:
Söyleyim doğrusun etmem hicap,
Yemin ettim kimseye vermem kitap.
Kitap vermek hakkında bir söz beni çok çarpmıştı: “Kitap
verenin bir elini, onu geri verenin iki elini kesmek gerekir.”
Kitaplar hakkında en güzel temenni ise Ali Ufkî Dede’nin:
Ömrümün hâsılı oğlum gibidir işbu kitap,
Korkarın ben ölicek cahil ü nâdâna düşe,
İzzetin hakkı’çün senden bunu umarın ya Râb,
Hayr ile yâd edecek sahib-i yârâna düşe.
Kitaplar hakkında birkaç söz de benden olsun: En iyi kitap
kütüphanenizde bulunan kitaptır. En ucuz kitap bir an önce
alınan kitaptır. İyi bir kitap bulursanız muhakkak alın, parasını
nasıl olsa ödersiniz. Bugünün kitabını yarına bırakma.

Siz tabii kitap satın alıp bir kütüphane oluşturmakla yetinmiyorsunuz, aynı zamanda kitap da yayınlıyorsunuz. Dolayısıyla kütüphaneniz öncelikle sizin için zemin oluşturuyor.

Ben yazılarımı da kitaplarımı da kitap sevgisinin birer şahidi olarak görüyorum. Son zamanlarda “araştırmacı-yazar” gibi tavsifler çok moda ama ben kendimi araştırmacı-yazar olarak değil, bir “araştırmacı-okur’ olarak görüyorum hâlâ. Çünkü araştırıp okumaya çalışıyorum. Ara sıra da yazıyorum. Yazdıklarım da araştırmacı-okurluğumun birer şahididir. “Okur” olmak benim için kafi bir makamdır. Son olarak Yahya Kemal merhumun “Eylül Sonu”ndan bir beyti, bir kelime farkıyla, benim de duygularıma tercüman olsun:
Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor, Lâkin kitaptan ayrılışın ızdırâbı zor.