Padişahın Kütüphanesine Kitap Hazırlamak
Hilal Kazan
Padişahın Kütüphanesine Kitap Hazırlamak
Hilal Kazan
https://www.zdergisi.istanbul/makale/padisahin-kutuphanesine-kitap-hazirlamak-508
Sultan II. Bayezid bir gün Kemalpaşazâde’yi huzuruna çağırır, sohbet esnasında “Eğer tarihler, hikayeler ve fıkralar yazılmasa ve bu yolla büyük hükümdarların muvaffakiyetleri ve muzafferiyetleri gelecek nesiller için ölümsüzleştirilmeseydi tamamı unutulurdu. Bu sebeple kolay anlaşılır Türkçe ile ceddim Osman Oğullarının ve zatımın muzafferiyetlerini kayıt altına alsanız. Böylece hem eşraf hem de kamu müstefid olsa” der.1 Osmanlı Devletinde Kur’an-ı Kerim’den ilim kitaplarına, dinî konulardan tarih, şiir ve felsefeye kadar sarayda sultan için yazılan/ hazırlanan neredeyse bütün kitapların serüveni bu şekilde başlar.
II. Murad devrinde başlayan sultan tarafından kitap sipariş edilmesi, ardıllarının ilgi alanları ve zevklerine göre matbaanın kurulmasından sonra da bir müddet daha —Kur’an-ı Kerim’ler dışında— devam eder. Fatih’in bilim, felsefe ve kültür kitapları; II. Bayezid’in ecdadının tarihini yazdırması; Kanuni’nin Safevilerle ilişkiler neticesinde resimli tarih kitap projeleri; II. Selim’in şehnamecilik müessesesini sürdürmesi; III. Murad ve III. Mehmed’in gösterişli ve maliyetli kitapları; 18. yüzyılda ilme meraklı olan III. Ahmed ve oğlu III. Mustafa devirlerindeki Doğudan ve Batıdan yoğun ilmî tercümeleri bu cümleden zikredebiliriz.
Sultanlar bu kitapların hazırlanmasında kendilerinden başka mutlaka düşüncelerine yakın ve zevklerini iyi bilen devlet adamlarını vasıta kılmışlardır. Sözgelimi II. Murad kütüphanesi için hazırlattığı kitapların bir kısmını Umur bey ve Karaca bey aracılığıyla yazdırmıştır.2 II. Mehmed’in Batı kaynaklarından Türkçeye çevrilmesini istediği eserleri Mahmud Paşa temin edip tercümanlar görevlendirmiştir. II. Bayezid de çoğunlukla şehzadelik yıllarından beri arkadaşı olup güvendiği kazasker Müeyyedzade Abdurrahman efendiyi aracı kılmıştır. Telif faaliyetlerinin arttığı, şehnameciliğin resmî bir kurum haline getirildiği Kanuni Sultan Süleyman devrinde sadrazamların ön plana çıktığı görülür. Damat İbrahim Paşanın üst seviyede hamiliği bilinen bir husustur. Daha sonra sırasıyla Rüstem Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa bu görevi sürdürmüşlerdir. Sokullu Mehmed Paşa aynı zamanda II. Selim devrinde de aracılığa devam etmiştir. Özellikle Şehnameci Seyyid Lokman’ın II. Selim ile tanıştırılıp bu göreve tayini onun aracılığıyla olmuştur.3 III. Murad devrinde en fazla resimli eser telif edilmiş, aynı zamanda da Osmanlı resim sanatı klasik üsluba erişmiştir. Seyyid Lokman hemen hemen bütün eserlerini onun devrinde üretmiştir. III. Mehmed devrinin en önemli aracısı ise şüphesiz babüssaade ağası Gazanfer Ağadır. O devirde telif ve tercüme edilen eserlerin çoğunluğu onun vasıtasıyla hazırlanmıştır.4 18. asırda III. Ahmed ve III. Mustafa devirlerinin aracısı da Nevşehirli Damad İbrahim Paşadır.
Sultan için hazırlanan kitaplarda yazım için seçilen diller kimi devirlere göre farklılıklar gösterir. Erken Osmanlı döneminde sultanın siparişiyle hazırlanan eserlerde yazım dili olarak Türkçe tercih edilmiştir. Bunun sebepleri arasında daha önceki Türk devletlerinin resmî dil olarak Farsçayı seçmiş olması karşısında devlete Türk kimliği kazandırmak, Türkçe yazılan kitaplardan tebaanın daha fazla istifade etmesini sağlayarak toplumun bilgi ve kültür seviyesini yükseltmek, Türkçenin bu telifler vasıtasıyla gelişimini sağlamak gibi hususlar sayılabilir. 16. yüzyılın sonuna değin manzum Farsça şehname olarak tarih yazımı ve bu göreve tayin edilenlerin Acem olmaları bir nevi gelenek haline gelmiştir. Ancak bu devirde Farsça şiir söylemenin ve Acem’den gelen şairlerin popüler hale gelmesi diğer sanatçıları hem rahatsız etmiş hem de bazı kıskançlıklara sebebiyet vermiştir.5 Bu tercih devletin bir cihan devleti siyaseti gütmesinden dolayı zaferlerinin daha geniş bir coğrafyada tanınıp bilinmesi, o devirde İslam coğrafyasında Arapçanın ilim dili, Farsçanın da edebiyat dili olarak yaygın bir şekilde kullanılması, İslam dünyasının hilafet merkezi olan Osmanlıların Doğuda ve Batıda üstün güç olmaları gibi ihtimalleri akla getirmektedir.
Şehnameci, mütercim veya bir kitap yazmakla görevlendirilecek kişiden öncelikle örnek metin hazırlamaları istenirdi. Bu örnek metin konuya vakıf bir âlim tarafından kontrol edilir, yazara konu hakkında çeşitli bilgiler vererek tavsiyelerde bulunulur. Ayrıca nakkaşlardan birine de bir meclis tasvir ettirilirdi. Bu örnekler sadrazam ve diğer önde gelen devlet ricali tarafından beğenilirse sultana takdim edilir, olumlu sonuca göre tayin işlemi gerçekleşirdi.
Kitap yazımıyla bir şekilde görevlendirilen kişilerin barınma ihtiyaçları karşılanırdı. II. Bayezid İdrîs-i Bitlisî’ye Eyüp’te bir ev tahsis etmiş ve Bitlisî ömrünün sonuna kadar ailesiyle birlikte orada ikamet etmiştir. Bunun yanısıra özellikle ekip halinde hazırlanması gereken şehname gibi çok ciltli, resimli hacimli kitapların üretimi toplu ve yoğun çalışmayı gerektirdiğinden sorumlu yazarın evinin yanında özel mekanlar inşa edilmekteydi. Şehnameci Fethullah Arifî’nin evine bitişik şehname katiplerinin atölye olarak kullanması için bir oda inşa edilmiştir. Diğer taraftan bu kişilere başta kâğıt olmak üzere gerekli her türlü malzeme verilirdi. Mesela Süleymaniye Camii için Kur’an-ı Kerim yazmak üzere seçilen hattatlara kâğıtları, kalemleri ve mürekkepleri verilmişti. Kâğıt, kalem ve mürekkeplerin yanında eserlerin tezyinatında gerekli olan ve çok kullanılan sarı ve yeşil altın, lacivert gibi renkli mürekkep yapılacak malzemeler de ilk etapta verilirdi.
Malzemelerin yanında yazarlara projenin kapsamına göre katipler atanırdı. Fethullah Arifî’nin yazması gereken kitap çok ciltli bir proje olduğundan onun ekibinde 32 katip/hattat çalışmıştır. Bu hattatların bir kısmı 5 cildin müsveddelerini yazmışlar, daha usta olanlar da temize çekmişlerdir.11 Seyyid Lokman 26 yıl içinde bir kısmı birden fazla ciltli 7 büyük eser yazdığından onun 126 kişilik ekibi içinde katiplerin sayısı toplam 21 kişidir.12 Nakkaşların ekibe dahil olmaları kitabın yazımının biraz daha ileri safhalarında olurdu. Sözgelimi Arifî’nin şehname metni 20 bin ila 30 bin beyte geldiğinde kendisine 15 kişilik bir nakkaş kadrosu tayin edilmiştir. Tıpkı katipler/hattatlar gibi Seyyid Lokman'ın ekibinde ise bu sayının yıllar içinde değişime uğrayarak 92 kişi olduğu görülür. Mücellitler eserin hacmine göre bazen nakkaşlarla birlikte bazen de en son olarak ekibe dahil edilirlerdi. Yazılacak eserlerin kaynakları saray kütüphanelerinde mevcutsa buradan istifade edilerek eserler üretilirdi. Kitap tercümelerinde tercümana bir zorluk çıkarılmazdı. Ancak şehname veya sultanın zaferlerini, seferlerini yazanlar için durum farklıydı. Şehnamecilerin veya diğer bahsedilen eserleri yazanların hükümdarla sefere gitmeleri ve orada gördüklerini, yani realiteyi not alarak eserlerini yazmaları gerekirdi. Bu sebeple Matrakçı Nasuh’un bugün bize bıraktığı şehir tasvirleri bu konuda en önemli birinci el kaynaklardır. Seyyid Lokman da diğer görevlendirilmiş yazarlar gibi sultanın seferlerine iştirak etmiştir. Hatta görevden alınması dahi bir sefer esnasında gerçekleşmiştir.Bununla birlikte yazarlar, savaş esnasındaki bazı önemli sahneleri eskiz olarak çizmeleri için yanlarına nakkaş ve musavvirleri de alırlardı.
Uzun soluklu proje kitaplarda zaman zaman hükümdara sunumlar yapılıyordu. Bazen de sultanlar projenin nasıl yürüdüğünü ve hangi safhaya geldiğini merak ediyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman bunlardan biriydi. Zaman zaman Arifî’yi çalışırken izlemekteydi. Hızlı yazdığı için günlük ücretine de sık sık zam yapılıyordu. 25 akçe gündelikle başladığı görevinde ücreti önce 35 akçeye çıkmış. 60 bin beyitten oluşan eseri yarıladığında ise ücretine 30 akçe birden zam yapılarak 65 akçeye kadar yükselmiştir. Görev süresi boyunca sarayda ve saray çevresindeki diğer sanatçılar tarafından kıskanılmış, hakkındaki olumsuz cümleler sultanın kulağına kadar gitmiştir.
Resimli kitap üretiminde önemli hususlardan biri de kitaplarda resimlemenin nasıl olduğu, hangi resmin nerede yer alacağı ve bu resimlerin konusunun kimin tarafından belirlendiğidir. Bu hususta genel kanı nakkaş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Resim için ayrılan yere nakkaş metinle uyuşan bir sahneyi resmeder ya da bu bir seferi/ şavaşı anlatan metinse kendi hazırladığı eskizlerden birini seçerek oraya resmeder. Ancak Şerif Mehmed tarafından III. Mehmed zamanında Farsçadan tercüme edilen Dâsıtân-ı Ferruh u Hümâ isimli eserin Topkapı Sarayı Müzesi Revan Kitaplığı 1484 numaralı müsveddesinde bazı sayfalarda yazarın resim için boşluklar bıraktığı gibi, bu boşlukların kenarlarına nasıl bir resmin çizilmesi gerektiği hususunu da ayrıntılı olarak açıklamıştır. Ancak Doğu kültüründe gelenek halinde olan savaş ve işret meclislerinin yer alacağı sayfalara sadece işret meclisi veya cenk meclisi şeklinde not düşmüştür.
Bir diğer husus eserlerin hazırlanma safhasıdır. Öncelikle kâğıtların terbiyesi gelir. Eserler, gözü rahatsız ettiği için beyaz kâğıda yazılmazdı. Beyazın kırılması için nohut ve cehri denilen bir bitki kaynatılarak elde edilen renkle kâğıtlar boyanır, ardından kayganlaştırarak (aharlamak) kâğıtlar yazıya hazır hale getirilir ve bir müddet tam kurumaları için dinlendirilirdi. Daha sonra yazarın müsvedde olarak yazdırdığı metin tamamlanıp kontrol edildikten sonra beyaza çekmek adı verilen esas nüsha görevli hattat veya hattatlar tarafından yazılırdı. Yazımı tamamlanan sayfaların etrafı cedvelkeş denilen sanatkar tarafından bazen altın bazen farklı renkli mürekkepli cetvelle çerçevelenirdi. Renkzenlerin20 hazırladığı renkli boyalarla musavvir denilen nakkaşların bir kısmı boş sayfalara resimleri, tarrah adı verilen diğer sanatkarlar da dış mekan peyzajlarını çizerlerdi. Bir kısmı boyar, bir başkası taramalarını yapar, bir kısmı altınları sürer, diğeri altınları mühreler, neticede bir sayfanın işi tamamlanmış olur. Bütün bu bir sayfada yapılan işlemlerin her biri farklı bir sanatçı tarafından yapıldığından ortaya çıkan resim anonimdir. Bu sebeple grup çalışmalarıyla üretilen eserlerde sanatçı adı görmek ya da her bir resmi bir sanatçıya atfetmek pek mümkün değildir. Ancak sadece tek bir sanatçının elinden çıkmış resimler de yok değildir. Sayfaların tamamı üzerindeki işlemler bitince formalar deste halinde mücellide teslim edilir. Usta mücellit ve yardımcıları en âlâ tasarımlarını sultanın kitapları için hazırlarlardı.
Tamamlanan kitabın sultana takdimi yine bir aracı vasıtasıyla olurdu. Kitaplar takdim edildikten sonra hükümdar kitabın üretiminde çalışan başta yazar olmak üzere diğer sanatkarlara ihsanlarda bulunurdu. Bu ihsanlar bazen tımar ve zeamet gibi toprak cinsinden bazen cübbe, hilat gibi elbise cinsinden genellikle de sikke, filori ve akçe gibi para cinsinden olurdu. Kitapların yazarları en üst derecede ödüllendirilirdi. Sözgelimi İdrîs-i Bitlisî yazdığı Tarih-i Âl-i Osman için Bursa çatmasından bir cübbeyle 50 bin akçe inama nail olmuştu.
Böylece Osmanlı sarayında bir kitabın üretimi —ister büyük proje olsun ister tercüme— uzun ve karışık bir yolculuktur. Hükümdara kitap yazma yarışına giren yüksek eğitimli saray görevlileri ve payitahta başka ülkelerden gelen ilim irfan sahibi kişiler sultanın himayesini kazanmak, bir kitap siparişi almak için kendilerinden ve bulundukları mevkilerden beklenmedik yöntemlerle birbirlerini karalamakta beis görmezler. Göreve getirildiklerinde kendilerine birçok maddi-manevi imkanlar ve ayrıcalıklar verilir. Haliyle onların böyle bir refah içinde bulunmaları kaybedenlerde kıskançlık ve çekemezlik krizleri oluşturur. Bu sadece yazarların karşılaştıkları bir husus değildir. Aynı zamanda sanatkarlar ekibinde yer alan her kademeden sanatçı da kendi akranları tarafından kıskanılır. Bu mücadeleci ortamda her bir tarafın şikayetlerine karşı sultanların tavrı her zaman aynıdır. Takip edildiği kadarıyla sultanlar seçtikleri yazarlara sahip çıkmış, dedikoduculara rağbet etmemiştir. Aslında karmaşık görünen bu süreçte üretim, sanatçı ilavesi ve malzeme temini gibi diğer işler kendi düzeni içinde yol almış, eserler vaktinde sultana takdim edilmiştir.