Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Ajanda
Pelin Ulca, Akif Kuruçay

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Ajanda
Pelin Ulca, Akif Kuruçay

https://www.zdergisi.istanbul/makale/ajanda-174

*Âyine-i ibretnümâdır perdemiz!

Geneleksel temâşâ sanatlarımızın duâyen ismi Metin And’ın görüşüne göre kukla oyununun mâzîsi gerek Türklerde gerekse İslam toplumlarında sanıldığından daha eskiye gider. Ancak halk edebiyâtımız içerisinde kuklaya lâyıkıyla değinilmemiş olmasının temel nedeni, inceleme için gereken metinlere henüz tesâdüf edilememiş olmasıdır. Baş karakterleri Karagöz ve Hacıvat olan geleneksel Türk gölge oyununu da bu kabil seyir sanatlarına dâhil etmek gerekir. Büyük, ama mühim bir parçası kayıp seyirlik külliyâtın elimizde kalan yegâne örneği geleneksel Karagöz-Hacıvat tiyatrosunun ülkemizde hak ettiği değeri görüp görmediği ayrı bir tartışma konusu elbette. Ama manzara tamâmıyla menfî değil, meselâ 13-31 Ekim 2017 târihleri arasında yirmincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Kukla Festivali, geleneksel seyirlik sanatlarımızın dünya genelinde tanınmasında, hakezâ dünyâdaki örneklerin de ülkemizde bilinmesi husûsunda fevkalâde işler başarıyor. Öyle ki başlangıcından bu zamâna farklı ülkelerden üçyüzün üzerinde kukla topluluğu, ikibinbeşyüzden fazla kukla sanatçısı festival bünyesinde İstanbul’da ağırlandı. Çoğunluğunu çocukların ve gençlerin oluşturduğu kuklaseverler, el, ip ve çubuk kuklaları gibi birçok kukla formunu bir arada görme şansı elde etmiş oldular. İnternet destekli dijital platformların, eğlence anlayışını tektipleştirdiği, domine ettiği bir çağda, binbir çeşit kuklanın birbirinden renkli, değişik hikâyesinde hayalle gerçek arasında gidip gelmenin zevkini yaşayanlara bir de müjde: Yakın bir gelecekte İstanbul’da hârika bir kukla müzesi kurulacak.

“Karagöz 500 Yaşında” mottosuyla geleneksel Türk gölge tiyatrosuna armağan edilen bu seneki festivalde gölge tiyatrosunun dünyâdaki önemli temsilcileri sahne aldı.

IV. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi

Gelenekselleşme yoluna giren Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’nin dördüncüsü, Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) ve Esenler Belediyesi’nin ortak organizasyonuyla İstanbul’da 13 – 15 Ekim 2017 târihleri arasında gerçekleştirildi. Şehir târihçiliğinde ülkemizde son yıllarda yükselişte olan entelektüel hareketliliğin tezâhürleri, alanla alâkalı literatür ve yaklaşımların, çeşitli mecrâlarda tartışılmasına imkân sağlıyor. Şehir Tarihi Yazarları Kongresi, işte bu mecrâlardan biri. Kongrelerin yetkin içeriği, yalnızca şehir târihçiliğiyle sınırlı kalınmaksızın, şehir düşüncesinin bütün konularıyla ilgilenildiğini göstermekte. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’nin ilki Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliği uhdesinde, diğer ikisi sırayla Konya ve Şanlıurfa Büyükşehir Belediyelerinin ev sâhipliğinde gerçekleşti. 13-15 Ekim 2017 târihleri arasındaki son kongreyi ise Esenler Belediyesi üstlendi ve merhûm mîmar Turgut Cansever’e adanan kongrenin oturumları Yıldız Teknik Üniversitesi Davut Paşa Kongre Merkezi’nde yapıldı. Verimi uzun vâdede kendini gösterebilen bu gibi çaplı kültür yatırımlarının ilçe belediyelerinin faâliyet ajandasında kendine yer bulması memnûniyet verici. Bu seneki programın ilk oturumunun konusu “İnsan ve Toplum” oldu. Sırayla, “Târih ve Medeniyet”, “Din ve Vakıf”, “Târih ve Edebiyat”, “Hayat ve Anadolu”, “Sanat ve Mîmârî” ve “Zaman-Mekân, Doğu-Batı” başlıkları altında birçok kıymetli tebliğ sunuldu. Diğerlerinde olduğu gibi, bu tebliğler daha sonra bir araya getirilip kitaplaştırılacak.

“Geleceğin Kentleri, Kentlerin Geleceği”

Nüfus yığılmalarından muztarip İstanbul gibi metropollerde mekânın politik boyutu giderek daha çok öne çıkarken şehirleri biçimlendiren mîmarlık, sâdece estetik bir tavrın temsilcisi olmaktan çıkıp sosyal adâlet, şehir hakkı gibi sosyolojik meselelerin tâkipçisi bir etik sorumluluğa dönüşmek zorunda. Bu çerçevede, üçüncüsü düzenlenen “Yeşil Binâlar ve Ötesi” konferansı dünyâda “Şehircilik Günü” olarak kutlanan 8 Kasım (2017)’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Yerleşkesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda düzenlendi.

Konferansın konuk konuşmacılarından ünlü İngiliz mîmar Peter Barber, “Yüz Millik Şehir ve Diğer Katmanları” konulu bir sunum yaptı. Yüksek yoğunluklu alanlarda düşük katlı kentsel konut planları geliştiren Peter Barber, mîmarlığı bir yandan tasarım zanaatkârlık ve malzemelerin birleşimi bir yandan da ekonomik, sosyal, politik boyutları olan bir meslek olarak tanımladı.

Konferansın ikinci konuk konuşmacısı İngiliz mîmar Bob Allies, “Bir Süreklilik Olarak Şehir” konulu sunumunda bir mîmârın yapabileceği en iyi şeylerden birinin, uzun ömürlü, kuşaklar boyunca koşullara adapte olabilen binâlar tasarlamak olduğunu söyledi. Allies, gelecekteki binâların yüksek performanslı yapılar olması gerektiğinin altını çizdi. Ayrıca bu binâların gelecekteki küresel iklim değişikliğine ve beklenmedik koşullara karşı esnek olmasının yanı sıra iklimle birlikte çalışan yapılar olması gerektiğini savundu.

Yedikule bostanları koruma altına alınıyor

XVII. yüzyılın ilk çeyreğine âit bir fermandan öğrendiğimize göre Eyüp, Galata ve Üsküdar’daki bostanlardan lahana, kabak, patlıcan, soğan, ıspanak, turp, havuç gibi pek çok sebze yetiştirilip saraya gönderiliyordu. Ekserisi Arnavut kökenli bostancıların yetiştirdiği bu ürünler, fetihten nice zaman sonraya kadar İstanbul’un ihtiyâcını büyük oranda karşıladı. Özellikle Fatih’le Zeytinburnu arasındaki bölgede kara surları boyunca uzanan ve bugün Yedikule bostanları olarak bilinen tarım arâzisinde envâiçeşit sebze yetiştirildiğini Evliyâ Çelebi’den öğrenebiliyoruz. Balıklı Rum Hastanesi’nde başhekimlik yapan Aleksandros Paspatis de İstanbul’un 1850’li yıllarına dâir yazdığı satırlarda, “Avrupa’nın hiçbir büyük şehrinde pazarlara ve meskûn semtlere yakın bu kadar çok bahçe ve bahçıvan yoktur.” diyerek bu bostanlardan bahseder.

Geçen zaman, şehrin sâhip olduğu zenginliklerden çok şey götürdü. Cihangir sırtlarındaki fındıklıkların, Beykoz’daki ceviz ağaçlarının, Mecidiyeköy’deki dutlukların yerlerinde yerleşimler var; Alibeyköy’deki meşhur mısır tarlalarının yerinde bir mısır heykeli dikili. Çengelköy hıyarı, Bayrampaşa enginarı hâlâ yaşıyor mu bilmiyoruz; ama yaşatmalıyız. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu yöndeki çabaları umut verici. İBB, târihî Yedikule bostanlarını rehabilite etmek adına harekete geçti ve bölgenin “Kentsel Tarım Parkı” olarak yeniden düzenlenmesini kararlaştırdı. İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı Kültür Varlıkları Projeler Müdürlüğü’nce hazırlanan projenin amacı, “Bostan kültürünün ve kent içerisinde kalmış bostan alanlarının belli bölgelerde tematik olarak korunması ve bahçecilik târihimizin gelecek nesillere aktarılması” şeklinde özetlendi. Bu kapsamda kurulacak zirâî atölyelerle tarım kültürünün gelişmesi, yaygınlaşması da hedefleniyor. Görünen o ki zamana yenik düşen İstanbul zerzevâtının aksine, Yedikule’nin bereketli bostanlarında yetişen meşhur göbekli marullar artık güven içinde olacak. Belki diğer kayıp şöhretler de geri döner İstanbul bostanlarına, bu vesîleyle; kim bilir.

Tambûrî Necdet Yaşar [1930-2017]

Çocukluğunda dinlediği Âşık Veysel’e hayran kalan Necdet Yaşar, müzik hayâtına bağlama çalmayı öğrenerek başladı. Bir gün radyoda Mesut Cemil’den dinlediği ezgiler, tambura ilgi duymasına neden oldu ve müzikte bu yönde kendini geliştirme karârı aldı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yüksek tahsile başladı ve bu yıllarda okul korosuna katıldı. Neyzen Niyazi Sayın ile tanışması da bu zamanlara tekâbül eder. Üniversite korosunun bir radyo programında verdiği konser sırasında yaptığı taksim ile hayrânı olduğu Mesut Cemil’in ilgisini çeken Yaşar, onun önerisi ile TRT İstanbul Radyosu’na girdi ve 27 yıl burada çalıştı. 1958 yılında Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki “İstanbul Belediye Konservatuvarı İcrâ Heyeti”nde tambûrî olarak görev aldı; 1976 yılına kadar bu grubun o yıllardaki en önemli etkinliği olan Şan Sineması'ndaki pazar sabahı konserlerinde tambur çaldı. O yıllar sanatçı için çok verimli geçiyordu. Niyazi Sayın’la dostlukları sanatının gelişmesinde tesirli oldu. Birlikte sahafl arda Tanbûrî Cemil Bey’in taş plaklarını arayıp buluyor, şevkle dinledikleri müziği analiz ediyorlardı. İkilinin birlikte yaptıkları taksimler, konserlerde büyük beğeni topladı. Îcat ettikleri “Berâber Taksim” bir akım olarak farklı müzisyenleri de etkiledi. ABD’de pek çok üniversitede dâvetli olarak Türk mûsikîsinin makam, perde ve usûllerini öğretti. Karl L. Signell’in doktora tezi çalışmasında büyük emek sarf etti. Birlikte elektronik aletler yardımı ile Türk müziğinde önemli aralıkların grafi klerini çıkarttılar. Dünya genelinde müzikoloji kongrelerine tambûrî olarak dâvet edilen sanatçı, Necdet Yaşar Ensemble’ı kurarak uluslararası konserler verdi. 1987 yılında Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’nu kurdu ve topluluğun sanat yönetmenliğini yaptı.

Biçimsel özellikleri nedeniyle kıvrak bir teknikle çalınması zor olan tamburun daha kıvrak sazlarla uyum içinde çalınabilmesi için çok çalışıp yeni bir tambur tekniği ortaya koydu. Necdet Yaşar’ın, taksimi Türk mûsikîsinde çok farklı bir seviyeye taşımasında kendine has tekniğinin tesîri büyüktü. Ancak onun mûsikî zekâsı da önem taşır. Doğaçlama icrâ edilmesine rağmen taksimlerinde bir bestecinin yaratıcı titizliği ve duyarlılığı vardır.

Necdet Yaşar, silinmez izler bırakarak 24 Ekim 2017 târihinde aramızdan ayrıldı.

Târihten mutfağa ekmek

Anadolu’ya damgasını vuran en eski medeniyetlerden biri olan Hititler, aynı zamanda bir ekmek imparatorluğuydu. Hititçedeki “Ninda” kelimesi ekmek mânâsındadır, ninda’nın asırlar sonra tabletlerde deşifre edilen ilk kelime oluşu da ilginç bir rastlantı. Ekmek, Anadolu mutfağının hâlâ ana besin maddesi. Her bölgenin kendi havasına suyuna göre ekmeğin yapımı, biçimi değişir; hatta lezzeti bile. 21 Ekim – 25 Kasım 2017 târihleri arasında Târih Vakfı bünyesinde tertip edilen seminer programı, coğrafyalar içinde buğdaydan ekmeğe tarım ve sofra kültürünün izini süren, zihin açıcı tartışmalara sahne oldu. Katılımcılar, eski bir Anadolu ekmeğinin pişirildiği mutfak atölyesiyle kadim ekmek kültürünün günümüze gelene dek geçirdiği dönüşümleri tecrübe etme fırsatı elde etti.

İyi bir komşu istemek, çok şey mi istemektir?

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Elmgreen&Dragset küratörlüğünde düzenlenen 15. İstanbul Bienali kapsamında 16 Eylül – 12 Kasım 2017 târihlerinde “İyi Bir Komşu” sloganı ve ajamdasında kışkırtıcı bir yığın soruyla sanatseverlerin kapısını çaldı. Bienale 32 ülkeden 56 sanatçı iştirak ederken sergilenen işler; ötekilik, yabancılık, düşmanlık, kimlik, âidiyet, ortak kültür, müşterek yaşam, hoşgörü, mekân vb kavramlar üzerinden “komşu”nun tartışılmasına zemin oluşturdu. Küratörlerin bienalin temasına dâir şu cümleleri dikkat çekiciydi: “Komşunuz sizden oldukça farklı yaşayan biri olabilir. Ancak umuyoruz ki siz, son dönemde dünyâdaki pek çok politikacının aksine ‘öteki’ korkunuzla etrâfınıza çitler örerek baş etmiyorsunuzdur.” Bu sözlerin, ABD başkanı Trump’ın seçim vaadindeki çılgın Meksika duvarı projesini hatırlatmaması imkânsız. Bu akıl almaz önerinin kitlelerin onayından geçmiş olması ise bir başka dramatik durum; ancak komşu parantezindeki yabancıya karşı hissedilen örtük nefretin, bize Amerika kıtası kadar uzak olmadığı da bir gerçek. Birbirinden farklı görünümlerine gündelik hayatta defalarca mâruz kalabiliyor, hatta fâili de olabiliyoruz bu çatışmacı dilin. Bienal, ev yaşamımızdaki hâl ve koşulların nasıl değişim geçirdiği gibi mikro düzeylerden günümüz dünyâsının jeopolitik, küresel ölçekli sorunlarına bir “öteki varlık”a eş, kardeş ve komşu olmanın pozisyonlarını sorguladığı gibi, aynı zamanda ihtilaflı ara bölgeler yaratarak söz konusu arayışın umuduyla umutsuzluğunu, sevinciyle öfkesini, geçmişiyle bugününü karşı karşıya getirdi. Sergiler için; İstanbul Modern, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Pera Müzesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı gibi daha önce de bienale ev sâhipliği yapmış yerlerin yanında, Abdülmecid Köşkü gibi yeni mekânlar da kullanıldı.

Dört ayaklı belediye: İstanbul’un sokak köpekleri

Edmondo de Amicis, İstanbul seyahatnâmesinde “…köpek nüfûsu da insan nüfûsu gibi mahallelere ayrılmıştır. Her mahalleyi, her sokağı mesken tutan ya da sâhiplenen belli köpekler, akrabaları ve arkadaşları oradan hiç ayrılmazlar ve yabancıları da sokmazlar. Bir tür devriye hizmeti üstlenirler.” der. Diğer Batılı seyyahların yazdıklarında da İtalyan yazarınkine benzer satırlarla karşılaşmak hiç zor değil. Köpekler; tasmasız, isimsiz, evsiz, kuralsız ve son derece özgür, bir köşenin ucundan baş gösterir ve kendilerini satırlarda mutlak biçimde hissettirir. Hatta dikkatli bir göz, İstanbul sokaklarını resmeden Batılı ressamların tablo ve gravürlerinde onların yerini çabucak bulur. 27 Ekim 2016 – 16 Eylül 2017 târihleri arasında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde gerçekleşen, küratörlüğünü Ekrem Işın’ın, danışmanlığını Catherine Pinguet’in yaptığı “Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri” sergisi, Osmanlı toplum yapısındaki dînî, siyâsî ve sosyolojik dönüşüme sokak köpeklerinin serüveni üzerinden eğildi. Fotoğraflar, seyahatnâmeler, kartpostallar, gravürler ve dergiler eşliğinde tartışmaya açılan mezkûr dönemin kuşkusuz en çarpıcı olayı, 1910’daki Hayırsızada sürgünüydü. Aç susuz hâlde Marmara’daki bir adaya terk edilmek üzere toplanan köpeklerin içler acısı vaziyetini belgeleyen fotoğraflar, uçan kuşa vakıf kuran medeniyetin zihinlerdeki algısının ne hâle getirildiğini politik bir sorun olarak ortaya koydu.

Şerif Mardin [1927-2017]

Türk düşünce akademisinin medâr-ı iftihârı olan Şerif Mardin, yetmiş yıllık akademik kariyerinde yazdıkları ve söyledikleriyle her dönem ilgi odağıydı. Osman’lıdan Cumhûriyet’e tevârüs eden münevver profilinin son büyük temsilcilerinden sayılan Şerif Mardin, ardında büyük eserler bırakarak 06 Eylül 2017 târihinde ebediyete intikal etti.

1927 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nden mezun olup yüksek öğrenim için ABD’ye gitti. Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansını Johns Hopkins Üniversitesi’nde yaptı. Doktorası için Stanford’a geri dönen Şerif Mardin, “Yeni Osmanlıların Düşünsel Yapıtları” konulu teziyle büyük ses getirdi. 1964 yılında doçent, 1969’da profesör oldu ve 1973 yılından îtibâren Boğaziçi Üniversitesi’nde çalıştı; burada “İktisâdî ve İdârî Bilimler Fakültesi”nin kurucu dekanlığını, Sosyoloji bölüm başkanlığını yürüttü, siyâset bilimi ve sosyoloji dersleri verdi. Bu verimli yıllarında Şerif Mardin’in akademik çalışmaları yurt dışında da sürmekteydi; ABD’de Colombia ve California, İngiltere’de Oxford Üniversitelerinde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. Washington DC’deki American Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği, yine aynı üniversitenin bünyesinde kurulan İslâmî Araştırmalar Merkezi’nin başkanlığını yaptı. Hocalık kariyerini bir süre Sabancı Üniversitesi’nde sürdüren Şerif Mardin’e bilim hayâtı boyunca uyguladığı yöntemler, geliştirdiği özgün düşünceler, yaptığı derinlemesine araştırmalar ve Türkiye’nin yakın toplumsal târihini aydınlatan sentezlerinden dolayı, emeritus profesörlük unvânı verildi. Velût çalışmalarına İstanbul Şehir Üniversitesi’nde devam eden Şerif Mardin, 2016 yılında “Sosyal ve Beşerî Bilimler” alanında, Türk Nobeli olarak bilinen Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Ödülü’ne lâyık görüldü, vefâtından kısa bir zaman önce ise TÜBA Şeref üyesi seçildi.

Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895- 1908 (1964), Din ve İdeoloji (1969), İdeoloji (1976), Türkiye’den Toplum ve Siyaset (Makâleler derlemesi, 1990), Siyasal ve Sosyal Bilimler (Makâleler derlemesi, 1990), Türkiye’de Din ve Siyaset (Makâleler derlemesi, 1991), Türk Modernleşmesi (Makâleler derlemesi, 1991), Religion and Social Change in Modern Turkey. The Case of Bediüzzaman Said Nursi (1989) [Bediüzzaman Said Nursi Olayı / Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim (1992)], The Genesis of Young Ottoman Thought (1962) [Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (1996)] Türkiye, İslam ve Sekülarizm (Makâleler derlemesi, 2011)

Bir Osmanlı paşasının âlem-i pinhânı

Bir Osmanlı devlet adamının kendi iç dünyâsıyla sınırlıymış gibi görünen ama gerek konusu gerekse modelleri îtibârıyla kayıtsız kalınamayacak türden ilginç karikatürlerden oluşan “Yusuf Franko’nun İnsanları” isimli sergi, 2017’nin en renkli kültür etkinliklerinden biriydi. İstiklal caddesinde, Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde yaklaşık altı ay boyunca gezilebilen sergide, XIX. yüzyılın sonları, XX. yüzyılın başları Beyoğlu-Pera bölgesinde yaşayan ve çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu paşa, bürokrat, diplomat, Levanten, tüccar, iş adamı gibi Osmanlı yüksek zümre mensuplarını hicveden karikatürler ilk kez sanatseverlerle buluştu.

Çizer Yusuf Franko Kusa’nın yaşam öyküsü oldukça ilginç. Bilinen nâmıyla Franko Paşa, Lübnan kökenli Hıristiyan Arap bir âileye mensup. Cebel-i Lübnan Mutasarrıfı olan babası ve maslahatgüzârlık, başkonsolosluk gibi görevlerde bulunan kardeşleriyle birlikte kendisi de Osmanlı hâriciyesine uzun yıllar hizmet etti. Bir süreliğine Posta Telgraf ve Hâriciye Nâzırlıkları görevinde bulundu. Paşa, ciddiyet içinde yürüttüğü devlet işlerinden arta kalan zamanlarında karikatür çizdi; ancak onun çevresinden gizlediği bu tutkusu ne yazık ki ağır görevlerin gerektirdiği sorumluluklar karşısında fazla direnemedi.

Karikatürlerin toplandığı “Types et Charges” adlı albümün sergilenme hikâyesi de bir dizi sıra dışı olaydan sonra gerçekleşti. Ne olduğu bilinmeden Kapalıçarşı’da bir yabancıya satılan albüm, birçok ülkeyi dolaştıktan sonra nihâyet özel bir koleksiyona dâhil edilerek aslî vatanına, İstanbul’a dönebildi. İstanbul sosyetesinin bir zamanlar rağbet ettiği mekânların görünümü, artık albümün oluşturulduğu dönemin atmosferini yansıtmaktan hayli uzak olsa da Franko Paşa’nın karakterlerden canlı bir Beyoğlu panomarası çıkarmak mümkün. Paşa’nın, göz önündeki yaşamından kendince mânîdar fragmanları alaycı bir duyguyla ve elbette gizli kalmasını umarak resmettiği bu renkli galeride yolculuğa çıkanlar için hazırlanmış "kişiler-ilişkiler haritası", Beyoğlu cemiyetindeki çeşitliliği ifşâ eden bir ayna işlevi görür. Kimler yoktur ki: Tanzîmat devlet adamları, İttihatçı paşalar, nâzırlar, tercümanlar, konsoloslar, tiyatrocular, müzisyenler vs.

Küratörlüğünü Bahattin Öztuncay’ın, metin yazarlığını K. Mehmet Kentel’in yaptığı sergi, son devrini yaşayan imparatorluktaki yoksul, bîçâre sokakların duygusuyla çelişen ama bir o kadar gerçek, günâhıyla savâbıyla yine bize âit bir dünyâyı tanıtır.

https://yusuffranko.ku.edu.tr/

Arayışlar döneminden yeniden umrâna çıkış: Bir zihin pusulası

Ülkemizdeki ilim ve kültür alanındaki çalışmaların son yıllardaki en iddialı verimi İslam Düşünce Atlası’yla oldu. Uzun süren zahmetli bir çalışma sürecinin sonunda üç cilt hâlinde yayımlanan Atlas, 16 Kasım 2017 târihinde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde düzenlenen tanıtım günüyle, kamuoyunun önüne çıktı. Programa eğitim, medya, siyâset ve bürokrasi dünyâsından önemli isimler iştirak etti.

İlmî Etüdler Derneği uhdesinde, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer’in koordinatörlüğünde ve Konya Büyükşehir Belediyesi’nin destekleriyle yayımlanan İslam Düşünce Atlası, yazarından tasarımcısına, harita uzmanlarından yazılımcısına büyük bir ekibin müşterek mesâisiyle 4 yıllık bir zaman zarfında tamamlandı. Çalışmanın en önemli iddiası, İslâm bilim ve düşünce târihi için yeni bir dönemlendirme yapılması gerektiğinden hareketle ortaya konuyor. Ondört asırlık İslâm târihi üzerine yapılmış okumaların basmakalıp, özensiz yapıldığı, hatta çoğu yerde Avrupamezkezci zihinlerle kasıtlı biçimde çarpıtılmış olduğu meselesi, Müslüman entelektüellerin gündemini uzunca süreden beri işgal etmiş bir soruna işâret eder. “Gazâlî’den önce yâhut sonra” vb tipte yaygınlık kazanmış kimi yerde ideolojik kimi yerde romantik dönemlendirmelerin, düşünce târihi çalışmalarında çok da doğru sonuçlar vermediği, özellikle eleştirel târihçilik yöntemleri içinde kalındığında kabul edilemez boyutlarda tutarsızlıklar içerdiği anlaşılmıştır. İslam Düşünce Atlası, yapıla gelen bu hatâlara dikkat çekerek gerçekçi bir îtiraz yükseltiyor; İslâm düşünce târihindeki iki karşı bloktan oluşan bu tekdüze ayırımı reddediyor ve yerine yeni, ayrıntılı bir dönemlendirme haritası koyuyor. Buna göre İslâm düşünce târihi; klasik dönem ve yenilenme, muhâsebe, arayışlar dönemi olarak dört ana başlık altında yedi alt döneme ayrılarak incelenmeli. Elimizdeki eser de, her bir dönemi, var oldukları ve yayıldıkları coğrafya ile birlikte değerlendirerek ele alıyor. Dijital veriyle de desteklenen Atlas’ın haritalandırma sisteminde üç kademeli bir tasnif yapılmış. Dönemin, eser ve müelliflerinin birbirleriyle olan etkileşimleri bu haritalar üzerinden tâkip edilebilmekte; inşâ edilmiş sistematize bilgi ağı sâyesinde iki farklı veri arasında kolaylıkla karşılaştırma yapılabilmektedir.

Ancak bilim târihi alanında, günümüze kadarki baskın zihniyet problemleri, ezberci akademik tutumlar gibi sebelerden düşünce geleneğimizin büyüklüğüne yaraşır düzeyde eserler üretmekte zorlandığımız gerçeğini de unutmamamız gerekiyor. Denebilir ki İslam Düşünce Atlası, târihyazımındaki mevcut tıkanıklığa devrimci bir müdâhaleyle dokunmuş ve güzel, mümbit bir yol açmıştır. Bu yolu işler hâlde tutmak da böylesine emek isteyen tafsîlatlı eserler üretmekle mümkün görünüyor.

https://www.islamdusunceatlasi.org