At’a Senfoni
Atakan Yavuz
At’a Senfoni
Atakan Yavuz
https://www.zdergisi.istanbul/makale/ata-senfoni-245
“Hiçbir kederim, derdim, insandan ve cemiyetten küskünlüğüm olmamıştır ki, atıma binip şehir dışına çıktığım zaman tesellisine kavuşmuş olmayayım.”
Türkçeyi bir kalıba dökecek olsanız bütün asâleti, sâdeliği ve kıvraklığıyla soylu bir at elde edersiniz. Üzüntü, sanki üzengisinden uzak bir atlının ruh hâlini anlatır. Belki bu yüzden “At, Türk’ün kanadıdır.” demiştir Kaşgarlı Mahmud. Atından ayrılan adamın kolunun kanadının nasıl kırık olduğunu bizzat tecrübe etmiştir belli ki. Ozan dili at gibi hızlı, at gibi hafif olmalıdır Türk dilinde. Meselâ Dede Korkut, gereksiz teferruatla dinleyiciyi yormak istemediği yerlerde, “At ayağu külüg (çabuk), ozan dili çevik olur.” diyerek bağlar meseleyi. Necip Fazıl’dan öğrendiğimize göre at üzerinde meclis kuran, karnını doyuran ve uyuyan Türk boylarından birinin adı “at dostları” anlamına gelen bir kelimedir. “Atın üzerindeyken Allah’ı, attan inince atı unutma!” sözünü tembih kabul eden bir milletin ata en çok yakışan millet olduğunu söylemek mübâlağa sayılmasa gerek. Osmanlı pâdişahlarının atlarına verdikleri isimler de atın dilimizle şiir arasında bir köprü olduğunun kanıtı gibidir: Karaduman (Yavuz Sultan Selim’in atı), Sislikır (Genç Osman’ın atı), Dağlar Delisi (IV. Murad’ın atı). Türkler atı, bu yürekli, hisli hayvanı o kadar sevmişlerdir ki Anadolu’yu bile sanki bir “kısrak başına” benzediği için benimsemişler, çadırlarını bu kısrağın gölgesine kondurmuşlardır.Türkler İslâmla at üzerindeyken tanışmış, o dilin atla ilgili iki kelimesini medeniyetlerine mihver yapmışlardır: “Akıl”, yâni atların bağlandığı kazığın adı ve sezgi anlamına gelen “ferâset”, yâni atları düze salmak. Ölçü, akılla ferâset arasında dengede durmak olarak târif edilmiştir. Türk atıyla yola revan olduğunda heybesinin bir kefesine aklı diğerine ferâseti koymuştur. Akıl ile, kaynağa (geçmişe) bağlı kalmış, ferâset ile de uzakları yoklamış, ufukları (geleceği) aşmıştır.
“Dadaloğlu ata der, aşkın denizi”
Batı medeniyetinin kurucu metinlerinden Odysseus’a bir savaş hîlesinin nesnesi olarak giren at, Türk edebiyâtında erdemli kavramlarla yan yana anılmıştır hep: zarâfetle, asâletle, sadâkatla. Dede Korkut’tan Karacaoğlan’a Nef‘î’den Yahya Kemal, Necip Fazıl ve diğer çağdaş şâirlere kadar, atın büyüsünü şiirine taşımamış Türk şâiri neredeyse yoktur. Hatta Necip Fazıl At’a Senfoni’nin bir yerinde, “eğer en eskisinden en yenisine dünya yüzüne bin şair gelmişse bunun en aşağı dokuz yüzünün” attan bahsettiğini söyler. Sâdece Türklerin değil Türkçenin de kanadıdır at. Bunun borcunu, düze inerek şiir dışındaki formlarda ödeyen şâir ise oldukça azdır. Necip Fazıl bu az sayıda şâirden birisidir. Arûzun develerin çöldeki yürüyüş ritmi olduğu var sayılır. Eğer öyleyse hecenin de kısa, kıvrak ve enerjik ritmi, atın steplerdeki yürüyüşüyle eş değerdir. Hecenin modern Türkçedeki dirilişini temsil eden Necip Fazıl’ın atlarla ünsiyetini bu açıdan anlamlandırmak hiç de fenâ bir fikir değil. “Atın romanı” diye takdim ettiği At’a Senfoni de baştan sona at sevgisiyle mayalanmış bir metindir. Dokuz yaşında ata binmiş ve kendi deyişiyle “bir daha hiç inmemiş” şâirin belki de hayatında değişim ve dönüşüm geçirmemiş tek tutkusudur. Dört nala koşan bir atın sağrısından tüten buhar gibi At’a Senfoni’nin de her sayfasından onun bu at tutkusunun, aşkının buğusu yükselmektedir.Onun için at, “insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asalet müjdecisi.
“Dünya saadeti atların sırtındadır.”
At’a Senfoni, 1957 yılında, yâni hem yazarın kendi özel hayâtında hem de ülkede ciddî çalkantıların yaşandığı bir dönemde, çok partili hayâtın en erken ve harâretli yıllarında kaleme alınmıştır. Necip Fazıl, kitabının girizgâhında kendisine özgü bir coşkunlukla kaleme aldığı satırlarda, bir fikir ve sanat işçisinin böylesine yoğun bir siyasal ortamda kalemini at gibi “önemsiz” bir meseleyle meşgul edişinin nâhoş bulunması ihtimâline karşı önlem alır: “Bu yolda sarfedilen cehde yazık nazariyle bakacak satıhçılar bulunabilir. Böylelerini […] at zaviyesinde açılacak dünyanın sonsuzluğuna davet ederim. Elverir ki, atı anlayabilsinler... Ata binilmez, ata yükselinir.” Atı anlamak bir derinlik meselesidir şâire göre, bir derinlik testidir. Gerçekten de bu coşkun ve şâirane ilk sözlerle Necip Fazıl okuru fethetmeyi başarır. En sevdiği saf kan atlarından birinin terkisine aldığı okurunu zevkine doyum olmaz bir gezintiye çıkarmaya hazırdır artık.
O her şeyden evvel, “şu sahte insanlık ve kahramanlık kadrosunda hiçbir hâs isme layık görmediği destanı at için” yazmıştır. Ayrıca bu destan, masa başında hayâlî bir heyecanla değil, bibliyografyasından da anlaşılacağı üzere, ciddî bir birikim ve emekle yazılmıştır. At’a Senfoni, atın târihinden masal, folklor, sanat ve edebiyattaki yerine, Türklerdeki öneminden İslâm zâviyesinden algılanışına kadar pek çok konuda başlıklar içermektedir. Kelâmda at bahsi, atla ilgili hadis ve âyetler, Peygamberimizin at yarışları hakkındaki görüşleri vb konular detaylarıyla bu kitapta yer alır. Sözün bir yerinde şâir, “Dünya saadeti atların sırtındadır.” hadîsinin bile ciltler dolusu esere denk olduğunu söylemeden geçemez. Şâirin, at bahsindeki coşkusunu gemlemekte zorlandığını dört nala akıp giden satırlardan anlamak mümkündür.
“Burak: ışıktan hızlı uçan at”
Necip Fazıl mahlûkları cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak dörde ayırmakta, her sınıfın ileri unsurlarının kendi içinde tekâmül ederek bir üst sınıfa aday hâle geldiğini söylemektedir. İşte at da, rûhî bir varlığı hâiz olması ve rüyâ görmesiyle insan olmanın ufuklarında seyreden bir mahlûktur: “Cemaddan nebata, nebattan insana ve insandan nâmütenahiliğe doğru akan terakki hamlesinin en çilekeş memuru insana ve insandaki maddî ve manevî fatihlik cehdine en fazla yakıştırdığı bediî ifade içinde sayısız fayda…” İnsandan sonsuzluğa olan bu yolculukta mîrâcın, yâni visâlin de “Burak” isimli “ışıktan hızlı uçan atın” vâsıtasıyla olmasını mânidar bulur. Necip Fazıl için at bir yardımcı, bir araç olmaktan öte bir varlıktır; insanın tamamlayıcısıdır.
“Hayr, atların alınlarına nakşedilmiştir.”
Necip Fazıl, her ne kadar şiirinde ve özellikle Büyük Doğu metinlerinde tekniğin ve maddî uygarlığın ilerlemesinin insânî değerlere verdiği hasarı kavramaya odaklansa da at bahsinde meseleye farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Teknik ilerlemenin atı gereksiz, “sefil” yüklerinden kurtararak onun estetik ve soyut fayda konusunda mükemmelleşmesine katkı sağladığını düşünmektedir. Manivela, vinç, tren, uçak, telgraf… hepsi atın fayda planındaki gereksiz ağırlıklarını almış, onu şâirin asıl önemsediği mertebeye, “prens soya” ve bu soya yakışan “prens işe” biraz daha yaklaştırmıştır. Hatta fotoğrafın hâlesini solduramadığı tek canlı attır diyebiliriz. Zîra fotoğraf atın o mükemmel hatlarını daha da ortaya çıkarma fırsatı sunarak efsunlu güzelliğine daha bir derinlik katmıştır. Bu yeni çağ ata asâletini geri vermiş, onun şiire geri dönmesinin yollarını açmıştır. Necip Fazıl’ın dünyâsında at mâsivâyı terk etmenin bir sembolüdür. Eski el yazması bir kitapta karşılaştığı hoş bir tesâdüf şâiri ata daha sıkı bağlar. Kitapta Peygamberimizin atlarından bahsedilen bir yer vardır. Şâir, atların isimleri arasında kendi ismine, yâni “asil” mânâsındaki “Necib”e rast gelir, bunu kendi adına bir şeref sayar.
“Atı bizden alanlar bize yabancı hale getirdiler.”
Şâirin terkisinde gezintiye çıkan okur için, atlar galerisinin belki de en müzikli, ritmik ve keyif veren yerleri edebiyatta atın işlendiği bölümdür. Muallekât-ı seb’a şâirlerinden dîvan edebiyâtına, halk edebiyâtından modern döneme ve Batı edebiyâtına...Rahvan bir yürüyüşe çıkarır okuru Necip Fazıl. Atını bir zirveden diğer zirveye sürer; Karacaoğlan gibi sevgilinin zülfüne, oradan Nef‘î gibi bir saray istiâresine, Yahya Kemal gibi akıncıların sevincine... Pek çok şâirin şiirinden –Nâzım Hikmet ve kendi şiiri de dâhil- örnekler verir. Necip Fazıl dokuz yaşından îtibâren bir türlü büyüsünden kurtulamadığı atı gerçekten çok sevmiştir. At’a Senfoni’nin ilerleyen bölümünde atın târihini ayrıntılarıyla anlatırken sanki ilk attan günümüze, gelmiş geçmiş bütün atlara dokunmuş, hepsinin sağrısını, sekisini bir bir okşamış, onlarla sohbet etmiş gibidir. Bu satırlarda atların oldukça keyifli, kimi zaman da dramatik hikâyelerine yer verir. At yarışçılığının gelişimine dâir söylediklerinde ise biraz hayıflanma, samîmî bir sitem de vardır. Necip Fazıl, atın soy ve işlevinde asilleşmesi dâvâsında Batı medeniyetinin, bütün kusurlarına rağmen ileride olduğunu, Doğu’daysa bu meselenin “şark kubbesinin kandilleri gibi” sönükleştiğini söyler:"Halbuki bu da […] bizim işimiz” olmalıdır.
“İyi insanlar,
iyi atlara bindileeeeer,
geldiler!”
Necip Fazıl son bölümlere doğru yönünü İzmir, Kâğıthâne ve Bakırköy (Veliefendi çayırı) düzlüklerine, at yarışlarının yapılmaya başlandığı yerlere çevirir. Geniş sâhayı donatan detayları işâretler; tahta tribünleri, İngiliz Jokey Kulübü’nünkiyle mukâyese eder. Bir taraftan da aksak Batılılaşma mâcerâmızdan dem vurur: “Gördüğümüzü bile yanlış taklit etmişiz.” Enver Paşa’nın himâyesinde, Veliefendi’de yapılan ilk at yarışlarında şampiyon olan Derviş’i, ardından alelacele dizilmiş ahşap sandalyeli lobideki tanıdık sîmâları, meselâ veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi, sadrâzamları, vekilleri bir bir gösterir. Bu arada Balkan savaşları ve mütâreke günlerinin mahzunluğu çoğu yüzde karanlık bir gölge gibi dolaşmaktadır. Veliefendi çayırında kalabalık dağılırken Necip Fazıl da, bu uzun yolculuğun tatlı yorgunluğu içinde okuru, yâni yol arkadaşını iyimser bir hikâyeyle, -daha doğrusu meşhur hikâyenin iyimser versiyonuyla- uğurlamak ister ve senfonisini sonlandırır: “İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!”
Bir atın sırtından bakınca hâdiseler hep güzel ve ışıklı taraflarıyla görünür çünkü.