Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Bir Kent Hareketi Olarak Ufkî Şehir
Şevket Ercan Kızılay

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Bir Kent Hareketi Olarak Ufkî Şehir
Şevket Ercan Kızılay

https://www.zdergisi.istanbul/makale/bir-kent-hareketi-olarak-ufki-sehir-155

Cansever'in benimsemiş olduğu şehirleşme stratejisine “Ufkî şehir” tanımını vermek sanırım yanlış olmayacaktır. Ufkî şehir paradigmasının birçok oluşturucu özelliği olsa da, bunlar içerisinde en önemlilerinden biri olarak dikkat çeken temel faktör “Türk evi”dir. Bundan ötürü yeni şehirleşme stratejilerinde eğer ufkî şehir temel parametre olarak belirlenecekse bundaki konut üretim pratiklerinin de Türk evi merkezli olması gerekmektedir. Dolayısıyla Türk evi telakkisinin ve fi kriyâtının daha detaylı bir şekilde bilinmesi, bu konudaki özgün mîmarlık söylemlerinin popülarize olması gerekmektedir. Bugün konut üretim süreçlerinin egemen aktörlerinden biri olan müteahhitler, örneğin bu Türk evinden ne düzeyde haberdardır? Bu konuda kabaca gözlemler dahi, ciddî bir kültürel sermâye krizi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Gerçekleştirilecek çalışmaların, bilimsel performansların bu kültürel sermâye krizini çözmeye yönelik gerçekleşmesini doğal karşılamalıyız. Bu konuda en çok zorluk çeken meslek zümrelerinin başında şüphesiz mîmarlar ve şehir plancıları gelmektedir. Bu meslek zümreleri, bu konuada toplum ortalamasının üstünde bir kültürel sermâyeye sâhip olsalar da, bunu cisimleştirebilecek bir sosyal sermâyeden yoksun görünüyorlar. Böyle bir kültürel sermâye yatırımını kendi çıkarlarına uygun bulan bir yatırımcının bulunmayışı da ekonomik sermâye krizine işâret ediyor. Ufkî şehir merkezli bir şehirleşme stratejisinin hayâta geçirebilmesi için bu üçlü sermâye analizi problematiğinin çözümlenmesi zorunludur. Bugünün kent ekonomi-politiği açısından bu yaklaşım her ne kadar ütopik gözükse de bu konuda kafa yoran tüm kesimlerin, Cansever’in geliştirdiği bu ufkî şehir paradigmasını bir “kent hareketi”ne dönüştürmeleri gerektiğini düşünüyorum. Cansever’in vefâtından hemen önce gerçekleştirilen Vefâ Sempozyumu’ndaki konferansında (özellikle târihî yarımada için belirttiği) kentsel korumanın ancak böyle bir toplumsal mobilizasyon ile sağlanabileceğini tespit etmesi, onun bir vasiyeti olarak yorumlanabilir. Onun düşünce geleneğini sâhiplenenlerin bana göre artık böyle bir sorumluluğu bulunuyor.

Artık gerçekten ufkî şehir paradigmasına göre belirlenen bir şehirleşme stratejisini fiiliyâta dökmek gerekiyor. Yeni şehirler kurmak gerekiyor. Doğrudan söylemek gerekirse apartman terk edilmelidir. Dikey mîmârî terk edilmelidir. Artık konut değil, ev üretmeliyiz. Yatay mîmârîyi benimsemeliyiz. Bu asla bir kent karşıtlığı değildir, köy romantizmi ise hiç değildir. Tam aksine bu, şehri savunmaktır. Şehri postmodernitenin tüm mülksüzleştirici saldırısına karşı sâhiplenmektir.

Bookchin ile benzer bir rezonans içinde olmak, yâni “Kent için en büyük tehlike kentleşmedir.” şeklindeki yaklaşım biçimi ile. Ancak neredeyse bütün sosyoloji bölümlerinde okutulan ders kitaplarında kent, kentleşmenin doğrudan bir sonucu şeklinde anlatılmıştır. Bookchin’in bu müdâhalesi ise görmezden gelinmiştir. Dolayısıyla bu konularda şekillenen kentbilim “doxa”larının da yeniden değerlendirilmeye ihtiyâcı vardır. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki bir şehir olan İstanbul’un modernleşme sonrasında geçirdiği tüm süreçler (yâni kentleşme süreci) İstanbul’u yok ediyor.

Peki bizler, İstanbul’un bu yok edilişi karşısında nasıl bir tavır içerisinde olmalıyız? Sanırım kimse İstanbul’un korunmasına karşı çıkmayacaktır. Kentsel koruma gibi evrensel geçerliliği olan mîmârî ve teknik bir meseleye karşı çıkmak kültürel soykırımı savunmak anlamına gelir zîra. Artık zaman farklı işliyor. Zaman artık modernitenin düşmanı olan geleneği fiziksel olarak yok etme zamânı değil. Modernite, bu şekilde işleyen bir sistematiktir. Serttir, bürokratiktir, devletseldir ve doğrudandır. Michel Foucault’nun bahsettiği “büyük kapatılma” kurumları bu şekilde çalışırlar. Ancak postmodernitenin iş görme biçimi farklıdır. Postmoderite, aynı modernite gibi gelenek düşmanlığında devam eder. Hem modernitenin hem de kendisinin radikalleşmiş formu olan postmodernitenin de baş düşmanı gelenektir. Ancak gelenekle mücâdele yöntemleri farklıdır. Postmodernite, bu mücâdelede daha etkili bir yöntem geliştirmiştir. Bu da “ayartma”dır. Artık dışlayan ve ötekileştiren bir iktidar yoktur. İçine alma vardır, dâhil etme vardır, yeniden-üretim vardır. Artık kimse sapkın değildir. Herkes bir oyuncudur. Herkes sınırların içerisindedir. Bu durumu en iyi ifâde eden örnek Sultanahmet Câmii’nin müzeleştirilmesidir.

Ufkî şehir tartışmasını, bu problematik içerisinde değerlendirmiyorsak çok fazla anlamlı değil. Gökdelende yaşamak ile bahçeli bir evde yaşamak arasında bir ontoloji farkı göremiyorsak konuşmanın ve tartışmanın da çok fazla anlamı yok. Bu da aslında aydının zihniyet faktörüne bağlı görünüyor. Ben kişisel olarak ağırlıklı bir biçimde moderniteyi ve sonrasında onun radikalleşmesinden başka bir şey olmayan postmoderniteyi “mülksüzleştirici” aktörler olarak görüyorum. Mülksüzleştirmenin en net göründüğü yerlerden biri kentsel mekânlar. Bu kentsel mekânlar ise her dâim belli kullanıcılara sâhip. Bu mekânları kullanan çeşitli sınıflar, demografiler var; mekân kullanıcılarının bu mülksüzleştirme karşısında nasıl bir konumlanma içerisine girdiklerini anlamak da önemli. Bunu da tanımlamak için “sâhiplenme” kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Mekânı kullananlar, bu mülksüzleştirme karşısında mekânı sâhiplenmeye başlıyorlar. “Burası bizim, burayı size yedirmeyiz.” falan demeye başlıyorlar. Bu sâhiplenme olgusunun en semptomatik belirtisi, direniş anları. Mülksüzleştirmenin en semptomatik belirtisi ise “yıkım”dır. Yıkım tamâmen yok etmektir, öldürmektir. Hâfızasızlaştırmak ve târihsizleştirmektir. İşte bu tam da bu yıkma momentinde sâhiplenme durumu da radikalleşiyor. Mekânı kullanan ağırlıklı olarak halk sınıflar, politik bir özneye dönüşüyor eş zamanlı olarak. Bana göre modernitenin barbar istîlâsı, talan edici Moğolvârî istîlâsı başladığı andan îtibâren dünyânın tüm coğrafyasında yukarıdaki mekânsal diyalektik işliyor.

Bana göre yapılması gereken, geleneğe geri dönmek. Onu hatırlamak ve onun bilgisini günümüzden yorumlayarak bugünü inşâ etmektir. Dün asla geri gelemez, ancak şimdi de her zaman bir geçmiştir. Şimdi imkânsızdır. Zamânı durdurabilmek imkânsız. Ne geçmişteyiz ne de gelecekte, her zaman bir şimdide yaşıyoruz. Buna postmodernitenin eleştirmenlerinden Fredric Jameson, “Şimdinin ontolojisi” diyor. Jameson’ın bu kavramı, bana “İbnü’l-vakt” olmayı hatırlatmıştır. İbnü’lvakt, yaşanan ânın oluşturucu etkisinin bilincinde olmaktır. Gündelik hayâtın fragmanlarına dikkat kesilmek, her ânın hakkını teslim etmektir. Bu da bir edep meselesidir ve buradan medeniyet zuhur eder. Medeniyeti medîne inşâ eder. Bu medînenin tüm sâkinleri de ibnü’l-vakttirler.

Bir şehrin sâkinleri dediğimizde de bu ifâde aslında kendisini ortaya koyuyor. Sâkin demek, sükûnet demektir. Şehir kargaşa ve kaos yeri değildir. Tam tersine sükûnetin sağlandığı yer demektir. Simmel’in bütün metropol analizleri, tespitleri ve gözlemleri Berlin merkezlidir. Bu kadar karamsar, pesimist ve kinik tarzda oluşmasının arkasında bu sebepler yatmaktadır. İlgili kent sosyolojisi literatüründe de tamâmen Batı kentleri merkezinde yazıldıkları için şehrin hep kötü özellikleri ön planda tutuluyor görünmektedir. Şehrin ne olduğunun, bunun tanımlanmasının ya da onun kritiğinde esas alınacak kriterlerin neler olduğunun belirlenmesinde Batı uygarlığı uzun müddet, neredeyse tüm modernleşme târihine kadar, tekel olmuştur. Sömürgeci aydınlar da kendi ülkelerinde bunun distribütörlüğünü yapmıştır. Bu “sömürgeci aydın” ve “yerli oryantalistler” “millî” olan her şeyden nefret ederler. En temel alâmetleri budur. İddiaları ise şudur: Batı’nın hem tekniği alınmalıdır hem de metafiziği. Bu aksiyomatiğin şehirlerimizi ne hâle getirdiği ortadadır.

Dolayısıyla Tanzîmat dönemi ile birlikte kurulan zihniyet anlamında kültürel şizofreni bugün hâlâ maalesef devam ediyor. Bir kültürel şizofreninin içerisinde sürüklendiğimizi ve hâlâ bu girdaptan çıkamadığımızı düşünüyorum. Kentler bu kültürel şizofreninin örnekleriyle dolu bir laboratuvar niteliğinde. Bu kültürel şizofreni ile yaşayabilmemiz mümkün değil. Bu hayat sürdürülebilir değil.

Yapılması gerekenler noktasında kafa yoran kimselerin artık öncelikle bu kültürel şizofreni meselesi ile bir hesaplaşmaya girişmesi gerekiyor. Buraya kadar anlatılanlar hakkında üç aşağı beş yukarı bir mutâbakat sağlayabiliyorsak bundan sonrasını oturup konuşabiliriz. Sorunlarımıza birlikte çözüm yolları arayabiliriz. Bunu ancak tek başımıza değil, birlikte yapabiliriz. Bunu “Millî Tesânüt”le, yâni Ziyâ Gökalp’in ifâdesiyle söylemek gerekirse bir “korporasyon”la, halka doğru yapabiliriz. Bütün bu tartışmalar, bu kavramlar Bu Ülke’nin düşünce târihinde mevcut. Bize düşen görev, onları hatırlamak, hatırlatmak ve harekete geçmektir.

Artık gerçekten ufkî şehir anlayışına özgü şehirler kurmamız gerekiyor. Apartmanları, dikey mîmâriyi terk edip Türk evi inşâ etmeliyiz.

Türk muhâfazakârlığında ve özellikle Namık Kemal, Necip Fazıl gibi aydınlarda çok net olarak kendisini gösteren metropol hayranlığını bir kenara bırakmalıyız. Onlar belki de metropolü bir “teknik” olarak görüyorlardı, ancak bu tekniğin toplumsal ve kültürel etkilerinin olacağını hesap edememişlerdi. Şehircilik bir tekniktir, bir ilimdir; dolayısıyla öğrenilmesi gerekir türünden bir yaklaşımın etkisi olabilir. Ancak bugün îtibâriyle geldiğimiz noktada Le Courbusier ile başlayan modernist mîmarcılık apartmandan gökdelene geçti. Artık “postmodern” kentlerde ciddî oranda gökdelenlerde yaşayan bir nüfus bulunuyor. Gökdelen, evin mülksüzleştirilmesidir. Acaba buna karşı evin nâmûsuna sâhip çıkanlar, evi sâhiplenenler çıkacak mıdır?

Şahsen Turgut Cansever’in “Türk Evi” tartışmasını, bu mekânsal diyalektik içerisinden anlamlandırabiliyorum. Türk Evi, evin mülksüzleştirilmesine karşı evin sâhiplenilmesi gibi görünüyor. Seri üretim konut imâlâtına karşı geliştirilen karşı bir duruş. Le Courbusier, bunu fabrikada konut üretmek ile açıkça ifâde ediyordu. Cansever’de ise Türk evi bir metâ değildir. Kâr nesnesi değildir ve rant üretmez. Türk evi, dünyâyı güzelleştirmenin bir aracıdır sâdece. Medeniyetin bir aktörüdür. Dolayısıyla Türk evi, şehir kurucudur. Çünkü Fârâbî’den beri bildiğimiz gibi bir şehri mahalleler meydâna getirir. Mahalleyi ise hâneler. Hâne demek de bir “ev”de yaşayan insanlar demektir. Ev yoksa hâne de yoktur.