“Bugün aşağıya faytonla inelim!”
Akın Kurtoğlu
“Bugün aşağıya faytonla inelim!”
Akın Kurtoğlu
https://www.zdergisi.istanbul/makale/bugun-asagiya-faytonla-inelim-192
Aman, hiç tramvayla falan vakit kaybetmeyelim, hem yolda üstümüz başımız da kirlenecek kalabalıkta. Malta’dan bir faytona binelim de aşağıya iniverelim.
Çocukluğumu geçirdiğim altmışların sonu, yetmişlerin başlarında ne vakit Eminönü tarafına gidecek olsak rahmetli anneannemin ağzına pelesenk olmuş o cümle dökülüverirdi hemen: “Aman, hiç tramvayla falan vakit kaybetmeyelim, hem yolda üstümüz başımız da kirlenecek kalabalıkta. Malta’dan bir faytona binelim de aşağıya iniverelim.”
Ne tramvayı, ne faytonu? İstanbul caddelerinden tramvaylar kalkalı on seneyi aşmıştı. Faytonlarsa şehrin sâdece birkaç banliyö semtinde ve -Kınalı hâriç- tekmil Adalar’da; o da oldukça az sayıdaydı. Kentte bu iki vâsıtanın yerini çoktan beridir troleybüs, otobüs, taksi, dolmuş ve minibüsler almıştı.
Anneannem, sözünü ettiğim yıllarda, artık ömrünün son demlerini yaşamakta olan epey yaşlı bir İstanbul hanımı… Elden ayaktan iyice düşmesine rağmen âilemizin diğer kadınları annem ve teyzemle rekâbette hiç de geri durmuyor. Alışverişe mi çıkılacak yâhut uzak bir semte misâfirliğe mi gidilecek, romatizmadan muzdarip bacakları, onun rekâbetçi kişiliğine ve âiledeki baskın rolüne hemen ayak uyduruyor. Muhakkak o da bu şehir içi seyahatimizde bize eşlik ve hatta kılavuzluk edecek. Zaman içinde kent taşıtlarında yaşanan değişimler de nedense onu pek ilgilendirmiyor. Rahmetlinin gözünde bütün toplu taşıma araçları “tramvay”, her türden dolmuş-taksi benzeri özel ve yarı özel otomobillerse birer “fayton”.
1901 doğumluydu anneannem. Kısa süreli kesintiler hâricinde tüm ömrünü İstanbul’da yaşamış, şehrin art arda geçirdiği dönüşümlere kenarından köşesinden bir şekilde tanık olmuş, kısacası ziyâdesiyle görmüş geçirmiş biriydi. Ama son zamanlarında, çevresindeki baş döndüren değişimlere ayak uyduramıyor, belki de uydurmak istemiyordu. Zâten hâfızası da artık iyiden iyiye tekliyordu. Onun nazarında son derece normal olan bu fayton tutma hevesinin, annemler nezdinde anlamı açıktı: O gün taksiye yâhut dolmuşa binilerek “aşağı”ya inilecek. Benim heveskâr çocuk rûhumda ise hep kısa süreli bir heyecâna, sevince sebep olurdu bu. Ahbap ve akrabâ ziyâretlerimizin bâzısında Erenköy, Yeşilköy ve çok nâdir de olsa Burgazada’da bindiğimiz faytonlardan birinin kirâlanarak nal şıkırtıları eşliğinde püfür püfür “aşağıya” inmek ne de güzel olurdu. Yavuzselim otobüs durağına çıkıp da Atikali taraflarından gelen boş bir dolmuşa veya taksiye doluştuğumuzda anlardım ki anneannemin kastettiği “fayton” aslında bir otomobilmiş, tramvay dediği vâsıta da İETT idâresinin otobüs ve troleybüsleri…
“Aşağı” vurgusu da neyin nesiydi peki? Türkçe kurallarına vâkıf biri bu kadim dili sonradan öğrenen ve sıfatları yerli yerinde kullanmayı pek beceremeyen bir âile olduğumuzu düşünebilir. Öyle değil elbette. Aslında bununla kastedilen şey açık: “Aşağı”dan murat; Mısır Çarşısı, Eminönü, Köprü, Bahçekapı, Sultanhamam, Sirkeci tarafları. Suriçi’nin Fatih, Yavuzselim, Karagümrük, Kıztaşı, Edirnekapı, Çapa, Kocamustafapaşa, Topkapı gibi deniz seviyesinden epeyce yukarıda kalan semtlerinden İstanbul’un hem en gözde çarşılarının bulunduğu hem de kolay ulaşım sağlanan bu bölgesine gitmek, günlük dilde “aşağıya inmek” olarak telaffuz edilirdi çocukluğumda. Tıpkı eski Kadıköylülerin, Üsküdarlıların vapurla Rumeli yakasına, yâni Karaköy, Sirkeci taraflarına gelmeyi bir zamanlar “İstanbul’a geçmek” veyâhut Boğaziçi ahâlisinin Eminönü istikâmetine doğru giden vapurları kullanmayı “Köprüye inmek” şeklinde tâbir etmeleri gibi… Kısacası “aşağı” ifâdesi, yedi tepeli şehrin sâkinlerince deniz seviyesine ulaşmak mânâsında kullanılırdı.
Tramvayların atlıdan elektrikliye henüz yeni terfî ettiği 1910’lu yılların ortalarından, Fatih-Edirnekapı arasında uzanacak şekilde planlanan Fevzipaşa caddesinin inşâ edilip tamamlandığı 1927-28 senesine kadar, kentin bu bölgesine, yâni bizimkilerin ikâmet ettiği Hırka-i Şerif, Yenibahçe, Mimarsinan taraflarına toplu taşıma araçlarıyla ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Saraçhânebaşı’ndan postâneye kadar hafif bir meyille tırmanarak gelen bol ağaçlı ve o günün şartlarına göre oldukça geniş Macarkardeşler caddesi, eğimini tamamlayıp Feyzullah Efendi Medresesi ve Kütüphânesi’ni geçtikten sonra Sahn-ı Seman Medreseleri öbeğinin hemen bitiminde çetrefilli, daracık sokak dokusuna keskin bir çizgiyle dayanarak sona ermekteydi. Yolun artık bundan sonrası, tramvay veya omnibüs arabalarının ilerlemesine müsâit değildi.
Neyse ki burada imdâda faytonlar yetişir. Malta çarşısının medrese tetimmeleriyle kesiştiği ve tramvay motrislerinin manevra ve makas sâhası olarak kullandığı meydan, küçük ölçekli bir fayton hareket noktasıdır. Bulvarın nihâyete erdiği dar alanda art arda sıralanan birkaç atlı araba, Fatih ahâlisi için ciddî bir alternatiftir. Tramvay boyutunda araçların giremeyeceği ölçüde dar ve manevra yapmayı zorlaştırıcı sert dirsek ve çıkıntılarla örülü ara sokaklar, faytonlar için hiçbir şekilde engel değildir. Şehzâdebaşı’ndan tramvay servisleriyle bu noktaya gelenlerin buradan daha ileriye gitmesi mümkün değilken fayton müşterileri Malta’yı rahatça geçerek Karagümrük, Hırka-i Şerif, Balipaşa, Keçeciler, Nişanca, Çarşamba, Acıçeşme, Salmatomruk, Kariye, Edirnekapı taraflarına, hatta Yenibahçe bostanlarına kadar yola devam etme imkânına sâhiptir. Yolun dokusu pek câzip olmasa da artık gide gele ustalaşmış sürücüler sâyesinde, zemîni genellikle iri Arnavut kaldırımı döşeli, yer yer toprak satha dönüşen semtin o yorucu yokuşları ve meyilleri, tek atın çektiği ahşap faytonlarla kolaylıkla aşılır. Bu kıymetli amme hizmeti tramvaya nazaran halka biraz daha pahalıya patlasa da her seferinde başarıyla îfâ edilir.
Faytonlardan bir kısmı Malta’dan daha da ileride, Hırka-i Şerif Câmii ile Mesihalipaşa Câmii arasında, Koyunbaba civarlarında bekler. Günümüzün taksi durağı mantığıyla çalışan bu noktaya yalnızca bir iki fayton bağlıdır. Bu bile civar sâkinleri için yeterli bir sayıdır. Tramvay ücretlerinden daha pahalı olduğu için halk genellikle Sarıgüzel caddesinden yukarıya, Fatih’e dek yürüyüp oradan tramvaya binmeyi yeğlerken gelir durumu daha iyi olanlar biraz da tembellikten olsa gerek, sözünü ettiğim yerden fayton tutarlar (İstimlâklerden evvel Sarıgüzel caddesi, günümüzdeki Halıcılar caddesinin izi üzerine oturmakta. Bu isim 1930’larda İskenderpaşa Câmii önündeki yola verilir.).
Anneannemle dedem evlendikten bir süre sonra, 1920’lerin ikinci yarısında Hırka-i Şerif Câmii’nin üst kapısının hizâsındaki iki katlı ahşap evde âile büyükleriyle birlikte oturmaya başlarlar. Dedem İbrahim Hilmi (Tanışık), Sultanahmet Devlet Matbaası’ndaki mesâîsine çoğunlukla yayan, kimi zamansa tramvayla gidip gelir. Ancak maaşların ödendiği her ay başında âilece hiç aksatmadıkları bir ritüelleri var ki o da iş çıkışı dedemi Yerebatan’da karşılayan anneannem ve o senelerde daha 4-5 yaşında olan teyzemle birlikte Parkkapı, Salkımsöğüt yoluyla aşağıya doğru yürümek; Sultanhamam, Sirkeci, Eminönü, Yemişiskelesi taraflarında çeşitli türden toplu alışverişlerini yaptıktan sonra Ali Muhiddin Hacıbekir’den yarım kilo badem ezmesi satın alıp Mısır Çarşısı’nın az ötesinde, Arpacılar’daki Nimet Abla gişesinin karşı sokağında beklemekte olan faytonlardan birini tutarak Fatih’teki evlerine geri dönmek...
Rahmetli teyzem gözleri dolarak anlatırdı bu latif yolculuklarını. Minicik bir kız çocuğu için, o sıkıntılı yıllarda “aşağı”da alışveriş yaptıktan sonra alışılagelmiş tramvaylar yerine “fayton”a binerek tadına doyulmaz bir gezinti yapmak kim bilir ne kadar kıymetli, ne kadar emsalsiz, hoş bir seyahatti onun gözünde. “Beebâ’m beni kucağına oturtur, arabanın sarsıntısından düşmeyeyim diye de sıkıca belime sarılırdı.” derdi. Otuzların (ve muhtemelen çok daha eski devirlerin) damıtılmış İstanbul lisânında “baba” hitâbı “beybaba”ya evrilmiş, bununla da yetinilmeyerek kenarları âdeta eğelenip oldukça ilginç bir forma, “bee-bâ”ya dönüşmüştü (“e” harfini uzatıp “a” harfini de inceltirlerdi). Annem ve teyzem ömürleri boyunca dedemden hep bu şekilde bahsettiler. Benzer şekilde anneannem de kendi babasının bahsi geçtiği zamanlarda her defasında bu kelimeyi kullanırdı özenle.
Faytonlara Divanyolu-Çemberlitaş-Çarşıkapı-Laleli istikâmeti yasak olduğu için arabalar Tahtakale-Küçükpazar içinden geçerek kestirmeden Zeyrek’e yâhut Vefa’ya çıkar, oradan devamla Kırkçeşme yoluyla Fatih’e kavuşurlardı. Ve günün belki de heyecanla beklenen ânı... Çifte atlı kupa (üstü tenteyle/körükle örtülü olan ve açık klasik faytonlara nazaran daha modern çizgiler taşıyan atlı araba türü) Koyunbaba Türbesi’nin önünden kıvrılarak Hırka-i Şerif Câmii’nin taç kapısının hemen yanında bizimkileri indirdiğinde, civar komşu evlerin cumbaları arasından gıptayla onları izleyen meraklı gözlere mukâbil, ellerinde ay başı alışverişine işâret eden ip fileler ve bâdem ezmesi kutusuyla fakirhânelerinin kapısından içeri adım atmanın yaşattığı o duygu! Günümüzde taksiden inmekle eş değer. Gerçi artık bugün taksi kullanmak bir ayrıcalık olmaktan çıkmış olsa da o yıllarda orta hâlli Fatihliler için hatırı sayılır bir istisnâ. Hele ki teyzem için kim bilir nasıl fevkalâde bir hâdise? Belki de bu husûsî fayton yolculuğunu yaşıtlarının imrenen bakışları eşliğinde günlerce anlatacak.
Annem ve teyzem, genç kızlık yıllarında alışveriş amacıyla değil de uzak misâfirliğe gitmek için “aşağıya” inmeleri gerektiğinde Fevzipaşa caddesi üzerinde yoldan geçmekte olan boş bir faytona biner, Köprü’ye öyle ulaşırlarmış. Bulvarın ortasındaki geniş refüj ve her iki yanında ona paralel uzanan yaya yolu, asırlık çınar ağaçlarının haşmetli gövdelerinin yükseldiği bir peyzaja zemin görevi görmekte, tramvay hattıysa bu yeşil bandın dışında birer şerit hâlinde gidip gelmekteymiş.
Ağaçlar kırklı ve ellili yıllarda öylesine geniş ve endamlıymış ki yaz aylarında her birinin yeşil dalları caddenin üzerini âdeta doğal bir şemsiye gibi bütünüyle örter ve güneşin o yakıcı ışınlarını kesermiş. Neredeyse her bir dalda da bir kuş yuvası olurmuş. Güvercinler, kumrular, serçeler... Yine bizimkilerin bana aktardığına göre, bu ağaçlıklı yolun altında yürümek bayağı bir hüner gerektirirmiş. Çünkü yukarılarda bir yerlerde gizlenen şakacı bir kuşun umulmadık bir sürprizine uğramak an meselesiymiş. Misâfirlik için özene bezene giyilen elbiselerin selâmeti için muhakkak faytonun körüğünü -hiç değilse caddeyi geçene kadar- kapattırırlar, kuşların ataklarını böylece savuştururlarmış.
Birkaç kişi aynı istikâmette gidecekleri vakit, bâzen ortak fayton tutulurmuş. Deri şilteli faytonlar dört kişilik olup arkada oturan iki kişinin yüzü gidiş yönüne diğer ikisinin yüzüyse tersi istikâmete dönüktür. Bizimkiler; annem ve teyzemle birlikte iki genç çocuk ve orta yaşlarda bir kadın, üçü birlikte tek kanepeye rahatlıkla sığarlarmış. Şâyet kendi meşreplerine uygun bir çift hanıma denk gelirlerse ortaklaşa kirâlanan faytonla aynı yolu birlikte giderler, böylelikle ücreti aralarında bölüşürlermiş. Şimdinin dolmuşlarıyla aynı mantık aslında...
Tramvaya nazaran daha yavaş ancak yol boyunca dur kalk yapmadıkları için zaman açısından onlarla hemen hemen aynı sürede aşağıya inen faytonların kötü tarafıysa yol boyunca katana eskisi atların gübre kokusunu çekmek zorunda kalmakmış. Anneannem çok titiz bir kadındı. Anneannemin, bu istenmeyen kokunun elbiselere sineceğinden çekinerek bir kızlarının elbiselerini bir kendi üstünü başını sık sık kolonyayla nasıl dezenfekte etmeye çabaladığını anlatırdı bizimkiler gülerek.
Hafta sonları dedem âilesini alarak Şirket-i Hayriyye’nin Köprü’den hareket eden Boğaziçi azîmet postalarından birine bindirir, Sarıyer’e kadar giderlermiş. Vapurdan indikten sonra iskelenin önünde bekleşen faytonlardan birini tutar ve Piyasa caddesi üzerinden Büyükdere-Çayırbaşı’na kadar sâhil boyunca bir tur atarlarmış. Tertemiz deniz havası ve gönül ferahlatan bir manzara eşliğinde Boğaz’da faytonla gezintinin tadı kim bilir nasıldı? Hepsine değil ama Boğaziçi boyunca sıralanan belli başlı iskelelere bu tarz gezinti faytonları bağlıymış o senelerde. Bunlar daha çok yazları iş görür, kışınsa paydos ederlermiş. Tâtil günlerinde Sarıyer meydanında çeşme önünden hareketle Çırçır suyuna, Şifâ suyuna ve Hünkâr suyu yokuşunun altına kadar yoğun şekilde müşteri taşırlarmış. Zaman içinde artan trafik yüküne ve modern tenezzüh araçlarına yenilerek nasıl da ortadan kaybolup gidivermiş hepsi son yarım asır zarfında!
İstanbul’a benzer şekilde Bursa’nın da faytonlarının pek çok olduğunu bizimkiler anlatırlardı: Yazları büyük dayılara yatıya gidilirken Sirkeci’den vapurla Mudanya’ya geçilir, oradan antika Mudanya treniyle iki küsur saatte Bursa istasyonuna varılır, hemen önünde beklemekte olan kupalardan biri kirâlanıp bavullarla ve yüklerle içine doluşulur, bu atlı arabayla Çakırhamam’a kadar çıktıktan sonra yolun geri kalan kısmı yürünerek katedilir ve Maksem’e, Ali dayımların evine varılırmış.
ilemin bireylerinin hayâtında bir zamanlar böylesine önemli yer tutan faytonlar, altmışlarda artık iyice gözden düştükleri ve kent hayâtından birer ikişer çekildikleri için, onları tâbiri câizse ancak kuyruğundan yakalayabildim. Bugün için İstanbul’da artık yalnızca Adalar’da kullanılan bu nârin araçlara, yaklaşık yarım asır evvel ben de birkaç kez binme şansına eriştim.
Çocukluğumun vazgeçilmezlerinden biri de Yeşilköy’deki dayımların evine zaman zaman âilecek yaptığımız ziyâretlerdi. Oraya giderken yol boyunca şâhit olduklarım, benim yaşlarımdaki bir çocuk için pek eğlenceliydi. Önce Fatih’ten Sirkeci’ye troleybüsle inmek, ardından banliyö trenine binerek Yeşilköy’e gitmek... Nihâyet o emsalsiz dakîkaların başlangıcı; istasyonda trenden inince hemen yolun kenarında sırayla beklemekte olan faytonlardan birine binmek... Altmışların nihâyetinde ve yetmişlerin ilk yarısında Yeşilköy istasyonunun önünden geçen daracık cadde boyunca sıra sıra faytonlar beklerdi. Trenden inenlerin bir kısmı, son derece mâkul bir fiyata Yeşilköy semti dâhiline yâhut Florya, Şenlikköy, Yeşilyurt gibi yakın muhitlerde diledikleri yerlere bu sâyede çabucak gidebilme imkânına sâhip olurdu.
Dayımların Yeşilköy’de, bahçe içindeki etrâfı ağaçlarla çevrili, bembeyaz boyalı, köşk eskisi iki katlı evleri Andelip sokağındaydı (Akamber de olabilir, geçmiş zaman, pek hatırlayamıyorum). İstasyon binâsının dışına çıkınca hemen önünde beklemekte olan rengârenk faytonlardan biri tutulur, Yeşilköy’ün akasya ve çam kokulu, çıt çıkmayan sokaklarında, sâdece atların nal şıkırtıları eşliğinde 5-10 dakîkalık hârika bir yolculuk başlardı. Kahverengi, siyah, mâvi, açık yeşil veya kırmızı muşamba şiltelerin üzerine kurulunur, hafiften arkaya kaykılınır ve faytoncunun arabayı harekete geçirmesi dikkatle tâkip edilirdi. Tıpkı Adalar’da faytonla yaptığımız o küçük ada turlarının bir benzeri... Vâsıtalar aynı, sâdece fon değişik..
Mutlaka gidiş istikâmetinde oturmak isterdim. Çünkü böylece karşıdan gelmesi muhtemel diğer faytonları da görme şansım olurdu. Arada bir sokak aralarından fırlayan kedileri kaçırmak için faytoncu çanını çalardı. Bu ses, civar evlerin duvarlarında inceden yankılanırdı. Devâsâ ağaçların üzerini şemsiye gibi örterek gölgelediği, paket taşlarla kaplı, Yeşilköy’ün o daracık sokak aralarında devam eden, tadına doyum olmayan bu minik seyahat, o yıllarda benim için ne kadar da güzeldi ya Rabb’im!
İstanbul’un sıcak ve nemli yaz öğlenlerinde, faytonun üzerine gerilen muşamba veya kumaş tenteler güneş ışınlarının üzerimize düşmesini engeller, arabanın hızıyla orantılı olarak hafiften bir rüzgâr yüzümüzü yalardı. Tenteyi tutan metal/ahşap karışımı üst iskeletin etrâfına da, evlerdeki perdelerin yanlarına iliştirilen püsküllerin benzerlerinden tutturulurdu boydan boya. Fayton yürüdükçe tenteyle aynı renkteki bu püsküller sağa sola salınırdı.Faytoncu, müşteri koltuklarından biraz daha yüksekte otururdu. Arkadan bakılınca faytoncunun sâdece sırtı görünürdü. Sürücü mahallinin her iki yanına birer de süslü fener monte edilmiş olurdu. Herhâlde gece yolculuklarında far niyetine yakılan ışıklandırma tertîbâtıydı bunlar. Akşamları faytonlarda bu ışıkların parıldadığını hiç hatırlamıyorum. Çünkü dönüş yolculuklarında, mekânı cennet annemin ya da rahmetli babamın kucağında eğretiden kaykılmış hâlde mutlaka uyuyor olurdum.
mutlaka uyuyor olurdum. Yeşilköy sokaklarının her iki cephesi boyunca sıralanan çamlardan yerlere dökülen kozalaklar, arada bir faytonun tahta tekerleklerinin ince oluklarının arasına sıkışarak belli belirsiz çıtırtılar eşliğinde ezilirdi. Atlar tımarlanmış ve tüyleri parlatılmış olur; başlarına, sağa sola bakmadan görüş alanları içinde dosdoğru gitmeleri için, kulaklarının hemen altından başlayıp kafalarının her iki yanını çevreledikten sonra çenelerini sararak sonlanan, siyah deriden mâmul oldukça kalıplı, âdeta ufak birer çanak anten misâli at gözlükleri bağlanırdı; etraftan bir şeylerin onları ürkütmemesi içindi bu. Bir de arkalarına gri renkte gübre torbaları raptedilirdi. Bu torbalardan yayılan kokular, nedense bizleri pek fazla etkilemez, en azından bana hiç rahatsızlık vermezdi. Zâten faytona binmenin en eğlenceli yanlarından birisi de, ağaçlardan ve civardaki evlerin bahçelerinden yayılan türlü çeşit çiçek râyihalarının gübre kokusuyla karışımından husûle gelen harmanı yolculuk boyunca solumaktı. O belli belirsiz kokuyu genzinizde hissetmezseniz asla faytona binmiş sayılmazdınız çünkü.
Hiç bitmesini istemediğim o sallantılı mükemmel yolculuk maalesef bir süre sonra nihâyet bulur, uzaktan, salkımsöğüt ağaçlarının arasından bembeyaz köşk görünür, faytoncu at arabasını dayımların süslü bahçe kapısının önüne sühûletle çekerdi. İnmek de binmek kadar akrobasi isterdi. Pek oynak yaylı aksamından ötürü sağa sola yalpalayan arabanın bir kazâya sebebiyet vermemesi için, yaşlıların elleri daha önce arabadan inenler tarafından tutulur, usturubluca metal basamaklardan inmelerine yardım edilir, yavaş ve dikkatli hareketlerle fayton terk edilirdi. Ücret ödenip faytoncuya hayırlı işler dilendikten sonra, o da müşterilerini kısa bir çan sesiyle nazikçe selâmlayarak hoş tıkırtılar eşliğinde istasyona doğru geri dönüş yoluna koyulur, evin solundaki sokaktan saparak yalpalaya yalpalaya gözden kaybolurdu. Pek imrenirdim ardı sıra. O yıllarda, büyüyünce mutlaka itfâiyeci olacağım derdim. Yeşilköy misâfirliklerimizde faytonculuktan yana dönerdi isteğim.
Anadolu yakasının tren yolu üzerindeki bâzı istasyonlarında da mümkündü bu türden sahnelere şâhit olmak. Haydarpaşa’dan trenle Erenköy’e gittiğimiz zamanlarda istasyon önünden fayton kirâlanır ve çam ağaçlarının perdelediği ferah bahçeler içinde sıralanan eski köşkleri seyrede seyrede, beş on dakîkalık bir yolculuktan sonra Memduha teyzelerin geniş camlarla örülü tek katlı evinin önünde buluverirdik kendimizi.
Gençlik yıllarımda ise lise arkadaşlarımla ilkbaharda okulu kırarak kızlı erkekli kalabalık bir grup hâlinde Heybeliada’ya yaptığımız kaçamakların vazgeçilmeziydi faytonlar. Mevsim nisanı (kimi zamansa harâretin artması geciktiğinden dolayı mayısı) bulup da havalar hafiften ısınmaya, insanın içi kıpırdanmaya başlayınca okulu kırma haylazlığı düşüverirdi aklımıza. Sabah Sirkeci’den vapura doluşur, yetmişbeş dakîka içinde Heybeli’ye varırdık. İskeleye ayak basar basmaz genzimizi keskin bir yosun kokusu doldurur, gerilerden, adanın yamaçlarından iskeleye dek yayılan ızgara kokuları havayı kaplar, hevesli yutkunmalarınızı artırır, iştahımızı âdeta ikiye katlardı. Ciğerlerimizi okşarcasına etrâfa yayılan bu râyihalara iskeleye paralel uzanan yol boyunca dizili faytonlardan yayılan tâze gübre kokuları da eşlik etmeye başlayınca her şey tamam olur, artık kendimizi bütünüyle adada hissederdik.Böyle günlerde iskeleden inilince derhal meydanın karşı çaprazındaki bakkaldan gazoz, meyve suyu ve ayran, yanındaki fırından da bol miktarda tâze ekmek alınır, ardından da tek sıra hâlinde bekleyen faytonlardan birkaçı tutularak her iki yanı zarif ahşap köşklerle örülü, zemîni mozaik parke kaplı daracık sokaklardan kıvrıla dolana geçilerek Değirmen mevkiine doğru yola çıkılırdı. Sınıfımız öğrencilerini taşıyan birkaç arabalık fayton kâfilesi, adanın kıvrımlı yokuşlarını tırmanırken âhenkli nal seslerine hep bir ağızdan söylenen hareketli şarkılar eşlik ederdi. Ellerde darbuka ve def benzeri kulak tırmalayan türlü çeşit vurmalı enstrümanlar eşliğinde... Yaşıtlarımızla hep berâber, bir günlüğüne dahi olsa gizlice okulu kırmanın verdiği o dayanılmaz keyfin berâberinde getirdiği boş vermişlik duygusu ve atlı arabalarda seyahat etmenin târif edilmez hazzı…
O huzurlu günlerin mânevî lezzeti rûhuma öylesine işlemiş ki kimi zaman duyduğum eski bir müzik veya kulaklarıma çalınan bir nal tıkırtısı, beni alıp kırk kırkbeş yıl evveline götürüyor, o ânları, o müstesnâ fayton gezilerini yeniden yaşamama vesîle oluyor. Bir zamanların İstanbul’una damgasını vuran bu şık kent taşıtlarının, aslında bu kentin benliğine ve insanların hâtırâsına ne denli önemli katkılar sağladığını fark ettiriyor bana.