Bursa’dan Üsküdar’a Yürüyen Atlar
Sinan Yılmaz
Bursa’dan Üsküdar’a Yürüyen Atlar
Sinan Yılmaz
https://www.zdergisi.istanbul/makale/bursadan-uskudara-yuruyen-atlar-177
Peyami Safa’nın kaleme aldığı tek târihî roman özelliği taşıyan Attila, II. Theodosius’un emriyle İstanbul’dan yola çıkan heyetin yolculuğu ile başlar. Attila ile görüşmek için Hun coğrafyasına giden bu heyetteki isimlerden biri de târihçi Priskos’tur. Priskos, yüksek bir tepe üzerinden Attila’nın ahşap sarayını ve bu sarayın etrâfında toplanan ordugâhı seyreder ve Hunlara dâir evvelce öğrendiği şeyleri hatırlar. Hatırladıkları arasında şunlar da vardır:
“Başları üstünde arkaya doğru atılmış bir miğferleri vardır. Ölçüsü ve biçimi olmayan kunduralarından o kadar rahatsızdırlar ki yayan yürümekten hoşlanmazlar, hele piyâde olarak hiç harp etmezler, bütün hayatları at üstünde geçer, hayvana mıhlanmış gibidirler ve şimşek gibi giderler. At üstünde yer, içer, uyurlar. Yeryüzünde ne kadar Hun varsa hepsinin atı vardır.”
Türklerin târihteki yolculukları da elbette atla oldu, Anadolu’ya at sırtında geldiler. Attila’nın otağını kurduğu topraklara at sırtında ilerlediler. Bu yolculuğun en önemli önderlerinden I. Murad’ın, Kosova’da şehâdet şerbetini yudumlarken son sözü, “Attan inmeyesüz!” olmuştu. Bâzen iki kelime, en güzel özet oluverir. Bu son sözün, kılıçları bırakmayın ya da savaşlara ara vermeyin değil de attan inmeyin şeklinde olması, elbette mânidârdır.
Sultan Murad’ın son uykusuna çekildiği Çekirge tepelerinden Bursa ovasının rûha şifâ veren manzarası görülür. Yeşilin, Bursa’nın ayrılmaz bir sıfatı olmasında şüphesiz önemli bir yeri vardır bu ovanın. Tanpınar, Beş Şehir’de şu güzellemeyi yapar:
“Bursa ovasının en sevdiğim tarafı, Muş veya Erzurum Ovası gibi sonsuz uzamamasıdır. Gözün lezzet alabilmesi için yetecek derecede büyük ve geniş; o kadarla kalıyor. Onun için daha ziyâde bir sanat eserine benzer.”
Sultan Murad’ın türbesi önünden bu ovayı seyre dalan eskiler, Yeni Kaplıca Hamamı’nı da temâşâ etme şansına sâhipti. Araya giren yeni binâlar bu seyre imkân vermiyor olsa da hamam, Bursa’nın en güzel su yapılarından biri olarak hâlâ ayakta. Hasan Tâib Efendi, Hâtıra Yâhud Mirât-ı Burûsa adlı eserinde bu hamamdan da bahseder ve hamamın içindeki dörtgen biçimde bir havuzu, cilt hastalıklarına tutulmuş hayvanların yıkandığı bir yer olarak târif eder. İsmini de “At havuzu” olarak belirtir. Belli ki buraya yıkanması için en çok getirilen hayvan attır.
Evet, pek çok şehrimiz gibi Bursa’da da atın kültürümüzdeki yerine dâir söylenecek çok söz, nal sesleri ile şenlenmiş birçok mekân bulunmaktadır. İşte onlardan biri de Yenişehir ilçesinin Koyunhisar köyündedir. Bizans ile 1302 yılında yapılan Koyunhisar savaşında Osman Gâzi’nin yeğeni Aydoğdu Bey de şehit düşmüş ve buraya defnedilmiştir. Aydoğdu Bey’in türbesi, zamanla önemli bir ziyâretgâha dönüşmüş, özellikle hasta atlar şifâ bulacakları inancıyla bu türbeye getirilmiştir.
Hasta atların iyileşmesi ümîdiyle götürüldükleri bir meşhur mezar daha var ki Üsküdar’dadır. Üstelik bu mezarda insan değil, bir at yatmaktadır. Mâdemki, “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” güzel dilimizin bir güzel deyimidir, o hâlde Bursa’dan Üsküdar’a yolculuk da at sırtında yapılmalıdır. Yâhut yapılmış olan en güzel yolculuklardan birinin izinden gidilmelidir.
Bilenler bilir, Bursa biraz Üsküdar, Üsküdar da biraz Bursa’dır. Bunun en önemli nedeni, Bursa’da filizlenen Celvetîlik yolunun, Üsküdar’da, gölgesi nice insana sığınak olmuş bir çınara dönüşmesidir. Bu dönüşüm, Bursa’da kadılık yapan Mahmud Efendi’nin, Muhammed Üftâde hazretlerine intisâbı ile başlar. İşte bu başlangıç, Bursa’nın kadısı Mahmud Efendi’yi Aziz Mahmud Hüdâyi hazretlerine dönüştürecektir. İntisâbın güzel de bir öyküsü vardır ki birçoğumuzun mâlûmudur. Hiç şüphesiz, öykünün en çarpıcı sahnelerinden biri de üzerinde kadı libâsı olduğu hâlde Üftâde Dergâhı’na gitmeye çalışan Mahmud Efendi’nin atının ayaklarının kayalara saplandığı sahnedir.
Üftâde hazretlerinin emâneti teslim vaktine yakın günlerinde, Hüdâyi hazretleri hep onun yanındaydı. Mürşîdine aşkla hizmete devam etti. Bu hizmetten pek memnun kalan Üftâde hazretleri ise şöyle duâ buyurdu:
“Evlâdım, pâdişahlar rikâbında yürüsün.”
Aziz Mahmud Hüdâyi hazretleri, mürşîdinin vefâtından bir müddet sonra Üsküdar’a geldi. Çilehânesi Bulgurlu’daydı. Üsküdar ile Bulgurlu arasında yolculuklarını da at sırtında yaptı. Kullandığı eyerin günümüze ulaşmış olması ne büyük zenginlik; bu hâtırayı yeterince yâd edememek, daha geniş kitlelerin haberdar olabileceği şekilde sergileyememek ise ne acı nasipsizliktir.
Hüdâyi hazretlerinin dergâhı, her zaman, “Dünyâda rahatlık yoktur.” hakîkatine âmennâ demiş olanların bir limanı oldu. Bu limana demir atanlar arasında, dünyevî makamların zirvesinde kendine yer bulanlar da vardı. İşte onlardan biri de Sultanahmet Câmii gibi bir âbide yapının bânîsi I. Ahmed’di. Rivâyet odur ki I. Ahmed, gönülden bağlı olduğu Hüdâyi hazretlerini kendi atına bindirerek bir süre yanında yürümüş ve böylelikle Üsküdar çarşısındaki bu yürüyüşle, Üftâde hazretlerinin,
“Evlâdım, pâdişahlar rikâbında yürüsün.” şeklindeki duâsı yerini bulmuştur. Hazretin, “Mânevî evlâdımız olsun.” şeklinde iltifat ettiği ve elini öptürdüğü Evliyâ Çelebi de bu bahse, “Sultan Ahmed, önünde piyâde yürümüştür.” diyerek değinmiştir.
Üsküdar, yüzyıllar boyunca, İstanbul’dan çıkıp Anadolu’ya doğru yol alanların ilk; Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin de son mola yeri oldu. Bütün bu yolculukların en önemli kahramanları elbette atlardı ve bunun için İstanbul’da olduğu gibi Üsküdar’da da bir at pazarı tesis edilmişti. Çavuşdere semtine yakın bir mevkide yer alan bu pazarda atlar görücüye çıkar, yeni sâhipleri ile ilk kez burada bir araya gelirlerdi.
Üsküdar’daki at pazarından geriye bir şey kalmadı. Pazarın en güzel ziyneti olan ve kemeri altından yüzyıllar boyunca atların geçtiği Mehmed Ağa Mescidi (Kemerli Câmii), Fatma Sultan ve Beşir Ağa Çeşmeleri de, tıpkı pazarın kendisi gibi yitip gidenler arasındaki yerini aldı. Bu muhitteki Hacı Mustafa Bedel Câmii de günümüze ulaşamayan Osman Efendi Mescidi’nin yerine yapıldı.
Bu mescidin bânîsi olan Osman Efendi, bir Celvetî şeyhiydi ve bu semtte yaptırmış olduğu mescit, kendisine “Atpazarî” şeklinde bir unvan kazandırmıştı. Atlar, bir zamanlar, hızlı bir şekilde haberleşebilmeye imkân tanımaları açısından da önemliydi. Posta tatarları, aldıkları haberi en hızlı bir biçimde yerine ulaştırmak için at üzerinde seyahat eder, mola yerlerinde de yorulan atlarını bırakıp yeni bir at ile yollarına devam ederlerdi. İşte bu at değişiminin yapıldığı yerlere menzilhâne adı verilirdi.
Ahmediye Câmii’nin biraz ilerisinde, yine Celvetîlik yolunun aydınlık mekânlarından biri olan İskender Baba Tekkesi’nin arkasından başlayarak Karacaahmet Mezarlığı’na doğru devam eden Gündoğumu caddesinin eski adı Menzilhâne yokuşu idi. Çünkü Anadolu’ya doğru uzanıp giden yolun ilk menzilhânesi bu yokuş üzerindeydi.
Üsküdar’da at kişnemelerinin gökyüzüne yükseldiği daha pek çok yer vardır. Selimiye Kışlası’nın hemen üstündeki Tazıcılar Ocağı işte bu yerlerden biriydi. Kânûnî Sultan Süleyman döneminde kurulan bu ocakta, esb-i tazı adı verilen ve çok hızlı koşabilen atlar eğitilirdi. Hemen karşısındaki veteriner okulunun bu muhitte açılma nedenlerinden biri de bu ocaktır. Ocağa âit binâlar günümüze ulaşamadı. Bu alandaki Tazıcılar Ocağı Çeşmesi, yalağından atların su içtiği devrânın hâtıralarını taşır gibidir.
At seslerinin yükseldiği bir başka yer de Nakkaştepe’ydi. II. Abdülhamid döneminde yaptırıldığı tahmin edilen Nakkaştepe Karakolu, atlı polislerin görev yaptığı bir yerdi. Bundan dolayı karakolun hemen arkasında, oldukça büyük bir ahır bulunmaktaydı. Ancak ahır denildiğinde akla ilk gelmesi gereken yer, Beylerbeyi Sarayı’nın setli bahçesinin en tepe noktasını süsleyen “Has Ahır”, bir başka ifâdeyle Ahır Köşkü’dür. Çünkü burası, dünya üzerinde hayvanlar için inşâ edilmiş yapıların en özellerinden biridir. Öyle ki İbrahim Hakkı Konyalı, “Mîmârîsi, teşkîlâtı bakımından çok güzel olan bu binâya pâdişahların ahırı, ahırların pâdişâhı denebilir.” demek sûretiyle bu gerçeği vurgulamıştır. Bahçesinde tunçtan bir at heykeli bulunan bu köşkün kapı ve pencere kemerleri at nalı şeklindedir. Köşkün pek çok yerini süsleyen madalyonlar içinde, hayvan resimlerinden başka üzengi, gem, eyer gibi figürler kullanılmıştır. Yazık ki Beylerbeyi Sarayı’nı ziyârete gelenler, bu güzel yapıyı görebilme şansından mahrumdur.
Sesleri etrafta yankılanan pek çok at olsa da, Üsküdar’ın belki de en meşhur atı, şöhretini, artık ses veremediği zamanlardaki mâcerâsına borçludur. Bu at, II. (Genç) Osman’ın atı Sisli Kır’dır.
Günümüzde Salacak ve Selimiye mahallelerini birbirinden ayıran Harem İskele caddesi ve çevresi, eskiden Üsküdar Sarayı’nın kapladığı geniş alan içinde yer almaktaydı. 1618 ile 1622 yılları arasında saltanat süren II. Osman’ın çok sevdiği atı Sisli Kır hayâta vedâ ettiğinde, Üsküdar Sarayı’nın bahçesine defnedilmişti. Defnedildiği yer, bugünkü Harem İskele caddesi ile Daye Kadın sokağının kesiştiği bir noktadaydı. Pâdişah atını öyle çok seviyordu ki gömüldüğü yere bir de kitâbeli mezar taşı diktirdi. Reşad Ekrem Koçu’nun, yüksekliğini 96 cm, enini 72 cm olarak verdiği bu kitâbenin üzerinde şunlar yazmaktaydı:
Zıll-i Hakk Hazreti Osman Hân’ın
Sisli Kır nâm atı ki anılmışdır
Emr-i Yezdân ile mevt irişecek
Bu makam içre o gömülmüşdür, 1028 (1628-29).
Şüphe yok ki bu kitâbe, at sevgisini ve ata verilen değeri göstermesi açısından eşsiz bir örnektir. Bu cihetten meseleye bakıldığında, ülkemizdeki en önemli mezar taşı kitâbeleri arasında muhakkak zikredilmeli, buna göre de tanıtımı yapılmalıdır. Zamanla harap olan Üsküdar Sarayı, III. Osman’ın saltanâtı döneminde yıktırıldı ve geniş arsası halka ihsan edildi. Bu ihsandan dolayıdır ki semtin adı İhsaniye oldu. Artık, Sisli Kır’ın mezarını çevreleyen saray duvarları kalkınca mezar, yeni kurulan bir mahallenin tam ortasında kaldı.
İşte o günlerden îtibâren nâmı tüm İstanbul’da duyulmaya başlandı. Zamanla da halk arasında yeni adı “at evliyâsı” oluverdi. Hasta atlar, şifâ bulur ümîdiyle buraya getirildi, mezarın çevresinde üç kez dolaştırılmaları âdete dönüştü. Mezar taşı, rivâyete göre, ziyâretlerin daha kolay yapılabilmesi için, bulunduğu evin bahçesinden alınarak yolun kenarına konuldu. Bu durum, o dönemde Topkapı Sarayı Müzesi’nin müdürü olan Halil Edhem Bey tarafından da öğrenildi ve onun direktifiyle, bir zarar görmemesi ya da kaybolmaması için 1930 senesinde müzeye kaldırıldı.
Uzun yıllar boyunca da Topkapı Sarayı’nda Saltanat Arabaları Dâiresi’nin en güzel süslerinden biri olmayı sürdürdü.
Karacaahmet Mezarlığı’nda, Karaca Ahmed’in türbesinin hemen arkasına tesâdüf eden adada, altı sütun üzerinde yükselen bir kubbenin örttüğü, çevresindeki yollardan da fark edilebilen bir mezar vardır. Burada Nişancı Hamza Paşa metfundur. Ancak burada Karaca Ahmed’in atının yattığına dâir yaygın bir inanış vardır. Bu inanış, Karaca Ahmed’e atfedilen, “Beni ziyâret etmek isteyenler, önce atımın mezarına gitsinler.” sözüyle daha da kuvvetlenmiştir. Bir zamanlar Sisli Kır’ın mezarının gördüğü ilgi, nice zamandır bu mezara kaymış durumdadır. Hâlbuki İsmail Hakkı el-Üsküdârî’nin kaleme aldığı, Karacaahmet’teki bâzı mezar taşlarının kitâbelerini ihtivâ eden Merâkid-i Mu’tebere-i Üsküdar adlı eserde, bu mezarın Hamza Paşa’ya âit olduğu kesin olarak ifâde edilmiştir. Burada belki en ilginç olan husus, bu eserin kaleme alındığı yılın, Sisli Kır’ın mezar taşının müzeye kaldırıldığı yıl olan 1930 oluşudur. İsmail Hakkı el-Üsküdârî’nin düşmüş olduğu kayda rağmen bu mezarın yeni bir “at evliyâsı”na dönüşmesi, galat-ı meşhur kavramının sâdece dilimiz ile ilgili olmadığını, folklorumuz açısından da bir karşılığı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Bursa’da başlayıp Üsküdar’da hitâma eren yolculuklar hep güzeldir. Şimdi de öyle oldu. Bu yolculukta Sultan Murad’ın vasiyeti de unutulmadı. Attan inilmedi.