Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Klasik Türk Şiirinde Su ile İlgili Metaforlar
Muhammet Nur Doğan

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Klasik Türk Şiirinde Su ile İlgili Metaforlar
Muhammet Nur Doğan

https://www.zdergisi.istanbul/makale/klasik-turk-siirinde-su-ile-ilgili-metaforlar-146

Dilimize Fransızcadan gelen “metafor”, edebî düşünüşün hayal gücünü keskinleştiren, verilmek istenen mesajın çok daha kolay ve etkin bir şekilde muhataba ulaşmasını sağlayan, duyguları coşturup harekete geçiren bir mecaz (eğretileme, istiare) çeşididir. Kelimenin kökeni Yunancadaki “taşıma, aktarma” anlamına gelen “metaphora” sözcüğüdür. Eski dildeki “mecaz” sözcüğünün tam karşılığı olan metafor, farklı anlamlara gelen, ancak bir ya da birkaç benzer özellikler taşıyan iki şeyi bu özellikler açısından birbirine benzetmek demektir. Metaforu, benzetmeden (teşbih) farklı kılan husus iki şey arasında bulunan benzeme yönlerinin (vech-i şebeh) metinde telaffuz edilmemesi ve “gibi”, “sanki”, “âdeta”, “tıpkı” gibi benzetme edatlarının (edat-ı teşbih) kullanılmamasıdır. Metaforda, benzeyen (müşebbeh) ve kendisine benzetilen (müşebbehün bih) unsurları arasında belirtilmeyen bir yön üzerinden sıfat aktarımı yapılır ve nitelikçe güçsüz bir varlık nitelikçe güçlü bir varlık ile aynileştirilerek doğrudan benzetme işlemi gerçekleştirilmiş olur. Örnek olarak “O gerçek bir bukalemundur.” cümlesinde bukalemun ile insan arasında doğrudan bir benzerlik ilişkisi bulunmamasına rağmen, bukalemunların her ortamda ayrı bir renk alıp farklı bir görünüme bürünmesi yönü ile iki yüzlü, ilkesiz kişiler bukalemuna benzetilmiştir. “Ecel bir sakidir.” (Ecel insanlara ölüm şarabını sunar); “Sevgilinin dudağı âbıhayattır.” (Aşk insana hayat verir.); “Ömür bir akarsudur.” (Akar su gibi ağır ağır geçer.) cümleleri metafor için verilebilecek güzel örneklerdendir.

Üç büyük dilin (Türkçe, Arapça, Farsça) inanılmaz zenginlikteki söz varlığını kullanan ve başta Orta Doğu olmak üzere Doğunun ve Batının bütün köklü kültür ve kadim medeniyetlerinden ilhamını alan klasik Türk edebiyatı, denilebilir ki, metinlerde teşbih, istiare, mecaz, metafor ve alegoriye yer vermedeki başarısı ile dünyanın en kudretli edebiyat geleneklerinden biridir. Klasik edebiyatımızı mecaz (istiare) hatta alegori açısından besleyen en önemli kaynak Kur’an’dır. Divan şairleri Kur’an’daki mecaz, istiare ve alegorilerden metodolojik anlamda istifade ettikleri gibi bu mecazlara, mecazî söyleyiş ile kurgulanmış irsal-i mesellere telmih yaparak da şiirlerini bu vesile ile güçlü lafız ve mana yapılarına, muhteşem edebiyat/söz saraylarına dönüştürmüşlerdir.

Yeri gelmişken şiirde mecaz, istiare, metafor ve alegorilerin kullanılışı ile ilgili olarak klasik edebiyatımızın çok önemli bir yapısal özelliğinden söz edelim. Bu özellik, edebî metinlerde hakikat (realite) ve mecaz anlamlarının paralel bir şekilde bulunduğu; sözün/sözcüğün bir ve tek olan hakikat anlamının yanında/etrafında bazen bir, bazen de birden çok paralel mecaz anlam katmanlarının kurgulanmış olduğu hususudur. Bu yapısal özellik divan şiirini çok anlam katmanlı bir şekle büründürmüş ve onu her biri kristalizasyon harikası mısraların, beyitlerin mahşerine dönüştürmüştür. Klasik şiirimizin ustaları işte bu en köklü yapısal özelliği kullanmak sureti ile edebiyatta ve şiirde âdeta imkânsızı gerçekleştirmişler; bir koyundan birden çok post çıkarırcasına birkaç kelimeden oluşmuş beyitlerde bazen iki, üç, dört, beş, hatta yedi anlam katmanlı mucizevi sözler söylemeyi başarmışlardır.*

Bu yazıda klasik edebiyatımızda su ve su ile ilgili kelime ve kavramlarla yapılan metaforları ele alacak, bu vesile ile divan şiirinin büyük ustalarının söze nizam vermedeki başarılarının şahidi olacağız. Klasik Türk şiirinde su ve su ile ilgili olarak akarsu, deniz, yağmur, sel, kevser, sebil, selsebil, gözyaşı, âbıhayat, horhor, çeşme, bulut, gülsuyu vb. birçok kelime ve kavram akıcılık, berraklık, temizlik, göz pınarlarından fışkırma, insana ölümsüz hayat bahşetme, sevgilinin ahenkli bir şekilde salınışı, güzel koku, gökyüzünden rahmet olarak yağma, enginlik, derinlik, yansıtıcılık gibi yönlerden metaforlara konu edinilmiştir. Biz bu yazıda önce başta “su” olmak üzere su ile ilgili bazı kelime ve kavramları ele alacak, daha sonra su ve su ile ilgili kelime ve kavramların divanlar ve mesnevilerden seçilmiş beyitler içerisinde kullanılışları ile ilgili örnekler üzerinde duracağız. Seçilen beyitlerin altlarında italik harflerle nesre çevirileri de yapılmıştır.

* Divan şiirinde metaforik kullanım ile ilgili olarak iki makale yazmış ve daha sonra bunları 2016 yılında neşredilen Aynaya Yolculuk adlı kitabımızın içerisine almıştık. Bunlardan ilki “Edebiyat: Söz ve Anlamın Esrarlı Yolculuğu” ikincisi ise “Divan Şiirinde Şarap Metaforları” başlıklarını taşıyordu. Bu makalelerin ilkinde söz, anlam, lafız, şiir, hayal, ilham, kelime, şair, kitap, divan, gazel, kaside, beyit gibi edebiyatın temel unsurları metaforik bağlam içerisinde ele alınıp klasik şiirimizde çok güçlü bir damar hâlinde teşekkül etmiş bulunan poetik düşünce çerçevesinde inceleniyor; ikinci makalede de şarap ve meyhane kültürü içerisinde vücut bulmuş çok sayıda kelime ve kavramın metaforik macerası ele alınıyordu.

Adâlet/Adl–Su

Su, canlılığın ve hayatın nasıl temel kaynağıysa toplumsal hayatın olmazsa olmazı da adalettir. Adalet aşağıdaki iki beyitte su ile benzeştirilmiş ve şehrin bağ ve bostanını yeşerten; ülkeyi zulüm rüzgârlarının etkisinden kurtaran yağmura benzetilmiştir:

Mîve yirine bitürmezse ‘acebdür güher / Kandı ‘adlünsuyına bâğla bostân şehr. Ey padişah! Bağ ve bostan, adaletinin suyuna öylesine kandı ki şehirde meyve yerine inciler biterse buna şaşılmamalıdır.

Saçalı ‘adli suyın mülki sitem yilinden / Konmadı hâtırına kimsenenün gerd-i melâl. O (padişah) adalet suyunu yağdıralı, hiç kimsenin hatırına zulüm yelinden melal tozu konmadı.

Ahkâm/Devlet – Su

Topluma düzen veren, onu adalet ile yaşatan devlet, hükümet ve devletin kanunları (ahkâm/hükümler) cennetin ortasında tatlı ve berrak suyu ile akan Kevser ırmağına benzemektedir. Kevser ırmağı nasıl cennetin güzelliğine güzellik katıyorsa adalet ve devletin adil hükümleri de topluma düzen, intizam ve esenlik sağlamaktadır. İnsanların iyi niyetli emellerinin fidanları devletin adalet ve himaye suyu ile yeşerecek ve ağaçlar gibi dal budak salacaktır. Toplum içerisinde cari kanunların cennetteki Kevser ırmağına benzetilmesi, benzetme yönünün uygun, mantıklı ve ileri derecede estetik oluşu nedeni ile oldukça şairane bir düşünüşün eseridir.

Tîb-i ahlâkı havâsı ile cinân oldı cihân / Câri ahkâmı suyı niteki cennetde zülâl. (O padişahın) ahlakının güzel kokusu ile cihan cennet bahçelerine benzedi; ahkâmının suyu da cennetteki Kevser ırmağı gibi ülkenin içinde akmakta.

Tal’atün nûrı ile bedr hilâl-i ümmid / Devletün suyı ile sebz nihâl-i âmâl. (Ey pâdişah!) Ümit hilali senin aydınlık yüzünün nuru ile dolunay oldu; devletinin suyu da arzu fidanlarını yeşertiyor.

Vahdetin vatanından kopup kesretin gurbetine yuvarlanan insan rûhu, aşkın çeşmesinden su içmeden, kirini pasını aşkın suyu ile yıkamadan tekrar vahdet yurduna dönüp insan-ı kâmil makâmına vâsıl olamaz.

 

Vuslat – Su

Vuslat, kendisinden ayrı kalınan sevgiliye, dosta kavuşma, ona ulaşma, onunla buluşma anlamına gelir. “Vuslat” ın zıddı “hicr, hicran”, yani ayrılıktır. Dosttan veya sevgiliden ayrı kalış kalbi yakan, ruhu ateşlere atan yahut insanı kavuran susuzlukların çölünde yalnız başına bırakan bir hâldir. Bazen de aşk, yakıcı bir ateş olur ve âşığın canını, ruhunu ve bedenini helak eder. İşte o zaman vuslat suyudur ki âşığı bu cehennemî ateşlerden kurtarır, onun ölümcül susuzluğunu giderir ve onu cennet ırmağına gark eder. Vuslatın su ile benzeştirilmesi, ayrılığın ateşe ve susuzluğa teşbihi dolayısıyladır. Ayrılığın ateşinde kıvranan âşığın vuslat arzusu; ateşler içinde yanan birinin suya dalma isteği; susuzluktan ciğeri yanmış birinin suya kavuşma, suyun kaynağına ulaşma beklentisi gibidir. Aşk, gam ve ayrılık insanı yakar, susuz çöllere terk eder; vuslat ise bu yangının ateşini söndüren su olur. Aşkın ve ayrılığın çöllerinde susuz kalmış âşığı, vuslatın suyu cana getirir.

Şâhâ sinün cemâlüni göreyim andan öleyim / Susamışam visâlüne ireyüm andan öleyim. Ey padişah! Senin güzel yüzünü göreyim de ondan sonra öleyim. Vuslatına susamışım; kavuşayım da ondan sonra öleyim.

Ne revâdur bu ki ben hecr odına yanmış iken / Degme hayvânı iledüp vasl suyına yıkalar. Yazık değil mi; ben aşk ateşine böylesine yanmışken, önüne gelen hayvanı götürüp vuslat suyuna yıksınlar!

Vasl suyıyla yudı ‘ışk odını / Buldı rûşen gün gibi kara düni. Aşkın ateşini vuslatın suyu ile söndürdü; karanlık gecesi gündüze döndü.

Dil pür-leme’ân-ı şevk-i kurbet

Can teşne-i selsebîl-i vuslat. Gönül yakınlık arzusunun ateşi ile parıldamakta; ruh ise vuslat gözesinin suyuna can atıyor.

Selsebîl-i vasl içün olmaz şebîh ey teşne-dil / Cân sebîl it ger bisât-ı kurba istersen sebîl. Ey susamış gönüllü âşık! Vuslat ırmağının bir benzeri yoktur; eğer yakınlık makamına yol arıyorsan canını (bu yolda) sebil etmelisin.

Gâh vuslat suyına gark gehi oda yanar / Yanmayanlar ne bilür hâl-i dil-i müştâkı. (Âşıklar) kâh vuslat suyuna gark olurlar kâh ateşlere yanarlar. Yanmayanlar susamışların gönül hâlinden ne anlasınlar!

Aşk – Su

Klasik şiirimizde aşk, varlığın oluşumunu anlatır. Tasavvuf felsefesinde de aşk, Allah’ın varlığa vücut veren iradesi olarak kabul edilir. Allah, canların ve tenlerin hamurunu aşkın suyu ile yoğurmuştur. Vahdetin vatanından kopup kesretin gurbetine yuvarlanan insan ruhu, aşkın çeşmesinden su içmeden, kirini pasını aşkın suyu ile yıkamadan tekrar vahdet yurduna dönüp insanıkâmil makamına vasıl olamaz. İrfan yolunun yolcusu, gözlerinden akan aşkın suyunu içmelidir. Aşk ile su arasında kurulmuş bulunan benzerlik; aşkın insanı her türlü kirden arındırıcı özelliği, hayat kaynağı olarak telakki edilişi ve varlık meselesinin yakıcı etkisini yatıştıran bir unsur oluşundan dolayıdır:

‘Işk suyıyile durur toprağı cânun hamîr / Anun içün zülfüne oldı bu cânum esîr. Canın toprağı aşkın suyu ile mayalandı. Onun için (ey sevgili) bu canım senin zülfünün esiri olmuştur.

Bu dem ‘ışkun suyıyla gayrı yudum

‘Aceb ‘ârif benem ‘irfân içinde. Aşkın suyu ile kalbimi Allah’tan gayrı şeylere bağlılığın kirinden arındırdım: artık irfan yolunun gerçek arifi ben oldum.

‘Işkun dime ki içmemişem bir sovuk suyın / Çekdi Necâtî uşda sana mâhazar yaşum. Ey Necâtî! Deme ki “Aşkın bir soğuk suyunu bile içmemişim!” İşte gözyaşlarım sana bir ikram sundu.

Ömür – Su

İnsanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı zamanı ifade eden ömür; ağır ağır geçtiği ve sanki nehir gibi uzun bir vadide aktığı için akarsuya benzetilmiştir. Ömrün akarsuya benzetilmesinde esas olan husus, zamanın suya teşbihidir. Hayatın asıl unsuru olan zamanın su ile benzeştirilmesi son derecede estetik bir düşünüşün eseridir. Zaman, şeffaflığı, arılığı duruluğu, hayatın çok önemli bir bölümünü (denizler, nehirler ve göller) bütünü ile kuşatmış olması yönü ile zamana benzemektedir. Çünkü zaman da bütün bir hayatı kapsamaktadır. Klasik edebiyatımızın etkilendiği eski âlem telakkisinde (Batlamyus astronomisi) dünya evrenin merkezinde yer almakta; dünyanın üzerinde dokuz tabaka (felek/çarh) ve onların üzerinde de bütün evreni kuşatan ulu bir deniz/okyanus (bahr-ı muhit) bulunmaktadır. İşte zamanın su ile benzeştirilmesine sebep, bahr-ı muhitin evreni kuşattığı gibi, hayatı şeffaf bir örtü hâlinde bütünü ile kucaklamış oluşudur: 

‘Ömr ahar suya benzer geçene yitilmez / Bir iki dem var ise şimdi bakını görünüz. Ömür akan suya benzer; geçene yetişilmez. Bir iki dem var ise şimdi bakıp görünüz.

‘Ömr su gibi geçer iy cânı kadrin bilen / Yâr ile ‘ayş ide gör âb-ı revân üsdine. Ey canının değerini bilen kişi! Ömür su gibi geçiyor; sevgili ile akan ırmak üstünde yiyip içip eğleniver.

Pîr-i tarîkat bana bu sözi togru didi / Cisme libâs-ı fenâ ‹ömre akar su didi. Tarikat ulusu bana bedene yokluk elbisesi; ömre de akarsu diyerek çok doğru bir söz söylemiş oldu.

Geçdi ‘ömrüm su gibi eşk-i revânum çağlar / Acıyup deryâlar ağlar hâlüme ırmağlar. Ömrüm su gibi geçti; gözyaşlarımın ırmağı çağlayıp duruyor. Hâlime denizler acıyor; ırmaklar ise ağlayıp duruyor.

Kıl vefâ mir’ât-ı hüsne virmedin hattun keder / Bu safâ kalmaz geçer su gibi ‘ömrüm çağlar. Ey ömrüm, zaman su gibi geçer; sende bu safa, bu hoşluk kalmaz. Yüzündeki ayva tüyleri güzelliğin aynasını tozlandırmadan âşığına vefa kıl!

Dudak (Leb) – Su

Klasik Türk şiirinde sevgilinin dudağının kırmızılığı (şarap); yok denecek kadar küçüklüğü (mim harfi, nokta, atom); görünmeyecek kadar küçük olduğu hâlde âşıklara hayat verici şekilde konuşması (Hz. İsa); içinden âşığı sevinçlere gark eden vuslat vaadi/ müjdesinin çıkması; âşıkları mest edici özelliği (şarap); âşıkları hayran ediciliği (esrar) gibi yönlerden hareketle çeşitli benzetmelere konu edilmiştir. Bu benzetmelerin birisi de “su”dur. Sevgilinin dudağının su ile benzeştirilmesi, ondaki hayat vericilik, parlaklık, berraklık, tatlılık vb birtakım üstün özellikler dolayısıyladır. Sevgilinin âşığın yüreğine bıraktığı aşk ateşini ancak onun dudaklarının veya ağzının suyu söndürebilir. Bu ise ancak sevgilinin âşığa lütfedeceği bir buse ile gerçekleşecektir:

Odluyidi ‘ışkunı yüregüme kodun / Sun tutagun ağızuma sulu degül mi. (Ey sevgili!) Alevli aşkını yüreğime bıraktın. Su gibi dudağını ağzıma sun!

Âşık, sevgilinin ağzından ölümsüz hayat elde etmiştir. Çünkü sevgilinin dudakları Hızır’ın bulup ebedî hayata kavuştuğu âb-ı hayat ile Hz. İsa’nın nefesinden daha etkilidir:

Hızr suyı birle ‘Îsî nutkına yok hâcetüm / Leblerüngdin kim hayât-ı câvidân buldum yana. Hızır suyu ile Hz. İsa’nın nefesine ihtiyacım yok. (Ey sevgili!) Ben ancak senin dudaklarından ölümsüz hayatı elde ettim.

Sevgilinin güzel yüzü cennet, dudağı ise cennetteki Selsebil ırmağıdır. Sevgilinin yanağındaki benler de suya düşmüş gül yaprağına benzemektedir:

Tal’atun cennet dudağun Selsebîl ırmağıdur / ‘Ârızunda ruhlerün su içre gül yaprağıdur. (Ey sevgili!) Işıklı yüzün cennet, dudağın ise Selsebil ırmağıdır. Yanağının üzerindeki benler ise su içindeki gül yaprağıdır.

Sevgilinin tatlı dudağı bir içim sudur. Bu hâliyle o peri gibi güzel (sevgili) Adn Cenneti’ndeki Selsebil ırmağının Tesnim şarabı gibi tatlı suyunu dağıtan bir sakidir:

Bir içim sudur leb-i şîrîni benzer ol perî / Selsebîl-i bâğ-ı ‘adnün sâki-i tesnîmine. Dudakları bir içim su gibi tatlı olan o peri (sevgili) sanki cennetteki Selsebil ırmağının Tesnim şarabından suyunu dağıtan bir sakidir.

Âşık, sevgilinin Kevser ırmağını andıran dudağından âb-ı hayatı içmiş ve aşkın ölümsüz hayatına ulaşmıştır:

Çün dudağun Kevserinden bulmuşam âb-ı hayât / Selsebîlün ‘aynıyam Hızrun zülâli bendedür. (Ey sevgili!) Dudağının Kevserinden âb-ı hayatı bulmuşum. Ben artık (cennetteki) Selsebil ırmağının aynı/kaynağı oldum. Hızır’ın içtiği ölümsüzlük suyu da bendedir.

Sevgilinin ağzı (dudakları) âb-ı hayat havuzuna; ağzının içindeki dili ise havuza düşmüş kırmızı lale yaprağına benzemektedir:

Zebânun mı dehânunda ya berg-i lâle-i hamrâ / Düşüp âb-ı hayâtun havzına olmış-durur gûyâ. (Ey sevgili!) Ağzının içindeki dilin midir, yoksa ölümsüzlük suyu havuzuna düşmüş/konuşan kırmızı lale yaprağı mıdır?

Hristiyan kaynaklarında Hz. İsa’nın kanı şarap, eti ise ekmektir. Şaraba batırılmış ekmeği yemek Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın maddi ve manevi varlığı ile bütünleşmek ve ebedî hayata kavuşmak anlamında bir ritüeldir (Ekmek-Şarap Ayini/Evharistiya). Divan şiirinde şarap bu bilgiye telmih yapılmak sureti ile “İsa suyu” olarak vasıflandırılır. Sevgilinin dudağı da parlak kırmızı rengi ve âşıklara hayat soluğu üflemesi gibi nedenlerle şaraba benzetilmiş ve dolayısıyla “İsa suyu” olarak adlandırılmıştır:

Cân virür ‘Îsî suyı diyü leb-i handânuna / ‘Ömri içinde şarâb-ı ergavânı bilmeyen. Ömründe erguvan renkli şaraptan haberdar olmayanlar, senin gülümseyen dudaklarına İsa suyu budur diye canını verirler.

Nidermen ‘Îsî vü Hızrung dem ü suyın manga çünkim / Lebüng tek rûhbahş olmış hatung tek cân-fezâ bolmış. Ey sevgili! Dudağın gibi hayat veren (bir nefes); yanağındaki ayva tüyleri gibi (bir su kaynağı) varken İsa’nın nefesini/kanını ve Hızır’ın (bulduğu) âb-ı hayatı ne yapayım!

İy yüzündür bâğ-ı cennetden cemîl / V’iy lebün aynen tüsemmâ selsebîl / İdegör cânân yolında cân sebîl / Ger bisât-ı kurba istersen sebîl. Ey yüzü cennet bahçelerinden daha güzel ve dudağı Selsebil ırmağının kaynağı (kadar tatlı) olan (sevgili)! Eğer yakınlık makamına yol bulmak istersen sevgilinin yolunda canını sebil etmelisin.

Kılıç – Su

Kılıç, hançer, bıçak, ustura, okun temreni (peykân) gibi çelikten mamul kesici, delici ve yaralayıcı aletler ateşte kor hâline getirilip suya sokularak keskinleştirilirler. Buna çeliğe su verme tabir edilir. Keskinleştirme (su verme) işlemi kullanılan mayinin adına ve niteliğine göre değişik isimlerle adlandırılır. Çelikleştirilmek istenen cisim kızdırıldıktan sonra suya sokulmuşsa buna su çeliği, yağa sokulmuşsa yağ çeliği adı verilir. Klasik edebiyatımızda kesici, yaralayıcı ve delici aletler, bunlar su yardımı ile keskinleştirildiği, su gibi parlak oldukları ve suyun bir oyuktan, bir menfezden akıp gittiği gibi, bedende açtıkları delikten içeriye su misali akmaları nedeniyle su ile özdeşleştirilir ve su olarak kabul edilirler. Sevgilinin kirpikleri, âşığın yüreğini parçalayan hışımlı yan bakışları (gamze), her biri eğri bir hançere ve kılıca benzeyen kaşları da gözlerinin öfke, kibir ve zulüm suyunda çelikleştirilmiş silahlar gibi düşünülür ve bunlar da su ile özdeşleştirilir. Şairler de şiir yazma kabiliyetini vurgularken dillerini kılıca benzetirler ve bu kılıcın Allah’ın kendilerine bahşettiği tab‘ veya tabiatlarının suyu yahut Hızır’ın bulduğu âb-ı hayat ile keskinleştirildiğini -mübalağa tariki ile- söylerler:

Umaram tîğunı bir kez dahi sînemde görem / Bu meseldür ki su akduğı yire girü akar. Umuyorum ki (gamzenin) kılıcını bir kez daha sinemde göreyim (Zira) bu meseldir: Su aktığı yere geri döner.

Gılâfından akarken tîğı sordum didi ol kâtil / Hayât-ı câvidân bulur içenler bir akar sudur. (Sevgilinin hışımlı yan bakış) kılıcını, (göz kapaklarının) kılıfından akarken, katil (gözüne) sordum; dedi ki: Bu bir akar sudur; içenler ebedî hayata kavuşur.

Müjem tîğına kim eşküm virür su / Helâk-ı cânum içündür benüm bu. Göz yaşlarım kirpiğimin kılıcına su veriyor. Bu, benim canımın helaki içindir.

Mesîhî tîğ-i zebânun suyıdur âb-ı hayât / Meger ki Hızrdan aldun kemâl-i kurbiyeti. Ey Mesihî! Senin dilinin kılıcından âb-ı hayat akıyor. Galiba Hakk’a yakınlığı Hızır’dan almışsın/Hızır’ın suyunda o kılıcı keskinleştirmişsin.

Kime kim sen gazab idüp sanemâ tîğ urasın / Haşre dek ol kişi rahmet suyına ola garîk. Ey put (gibi güzel sevgili)! Sen kime kızıp da kılıç çalacak olursan, o kişi haşre dek rahmet suyuna gark olur.

Döndürdi Allâh emri ile Selsebîlvar / İslâm bûsitânını bâğ-ı cinâna tîğ. (Padişahın) kılıcı Selsebil ırmağı gibi, İslam ülkesini Allah’ın izni ile cennet bahçesine döndürdü.

Kılıcun suyı ile hışmun odı içinde düşmenler / Güher-mânend mâhîdür gehi misl-i semenderdür. (Ey padişah!) Kılıcının suyunda boğulan düşmanlar denizin içindeki inciye; gazabının ateşinde yanan düşmanlar da (ateşin içinde yaşayan) semendere benzemektedir.

Söz/Sühan/Şiir/Şâir – Su

Klasik şiirimizin bilim ve edebiyat çevrelerince henüz farkına varılamamış olmasına karşılık onu dünyanın bütün edebî gelenekleri içerisinde ön sıralara taşıyabilecek en önemli yapısal özelliği, şiirin ve sanatın felsefesini (poetika ve sanat ontolojisi) bünyesinde çok güçlü bir damar hâlinde barındırıyor olmasıdır. Divan şairleri poetik düşünce çerçevesinde söz (sühan, kelam), şiir, lafız ve mana, şair, gazel, kaside, beyit, kalem, mürekkep, kitap, şiir kabiliyeti (tab‘, tabiat), hayal, düşünce (endişe) gibi söz ve anlam sanatı ile ilgili kavramları şiirin en güçlü unsurları olarak kabul etmişler ve bunları çok estetik benzetmelerin ve metaforların temel malzemesi olarak kullanmışlardır. Söz, şiir ve şair ile ilgili teşbih ve metaforlar içerisinde belki de en estetik olanı “su” benzetmesidir. Söz, edebiyat ve şiir ile “su” arasında kurulan benzerlik ilişkisi akıcılık (selaset), şeffaflık, rahmet, ruh bağışlayıcılık/hayat vericilik gibi müşterek hususlardan hareket edilerek kurulmuştur. Söz (şiir) ruhlara çiçek kokuları getiren ve gönülleri ölümün kışlarından hayatın baharlarına ulaştıran bir seher yeli ve bahar mevsiminde coşan ve taşan ırmaktır:

Sözüm nesîm-i seherdür bahâr vasfında / Akarsudur sühanum cûybâr vasfında. Bahar tasviri yaptığımda sözüm (şiirim) seher yeli gibi (dimağlara güzel kokular bahşeder); nehir tasviri yaptığımda da bir akarsu oluverir.

Şiir, bahar rüzgârı gibi eser ve ruhlara hoş kokular getirir. Şiirde sözün ve anlamın mevzunluğu ve akıcılığı, insan üzerinde coşkun akan bir ırmak etkisi uyandırır:

Söz oldur kim ola gül gibi hoş-bû / Selâsetde dahı gûyâ akarsu. Söz (şiir) ona denir ki; gül gibi hoş kokulu olur; akıcılıkta da sanki bir akarsudur.

Şairin ağzından dökülen su gibi berrak ve şeffaf sözler/şiirler, tıpkı yine su gibi, güzelliğe ve aşka susamış gönüllerin yangınını dindirir:

Teşne-diller şi'rüni görse harâret def‘ ider / Ey Nisârî şi'r-i mevzûnun akar bir su mıdur. Ey Nisari! Bu mevzun şiirlerin bir akarsu mudur ki susamış gönüllü (insan)lar onları gördüklerinde susuzluklarını gideriyorlar.

Oda yanar gönülüm ger zamîre ‘ışkı geçe / Çü şi'ri lebleriyiçün diyim sözüm sulanur. Eğer (o sevgilinin) aşkı kalbime girse gönlüm ateşlere yanar; onun dudakları için şiir söylesem sözüm/şiirim sulanır (su gibi parlak hâle gelir).

Söz suyı çün yir bırakdı gönline / Hak anun rahmet bırakdı gönline. Söz suyu onun gönlünde yer etti; Allah onun gönlüne rahmet (suyu) yağdırdı.

Sohbetümüz ilâhîdür sözümüz Kevser suyıdur / Şâhumuz şâhlar şâhıdur çalgumuzdur dost firâkı. Sohbetimiz ilahî; sözümüz Kevser havuzudur. Padişahımız şahlar şahı (olan Tanrı); çalgımız ise dost ayrılığı(nın iniltisi)dir.

Sühan-perdâzlıkda sihr itdüm / Ana her bir dereden su akıtdum. Söz/ şiir söylemede sihirler yaptım; ona her bir dereden sular akıttım.

Şairler de akarsuya benzetilir. Bu akarsuyun içinde akan su ise estetik bir şekilde söylenmiş şeker tadında, parlak, berrak ve akıcı şiirlerdir:

Firdevsî bir akarsuyıdı bâğ-ı nazımda / Ol itdi sühan âbını bu ravzaya icrâ. Şair Firdevsî nazım bağının akarsuyu idi. Söz/şiir suyunu bu bahçeye o akıttı.

Âb-ı hayvan mı yahud Kevser midür ya Selsebîl / Ya zülâl-ı nazm-ı pâkün meydür ey bahr-i hüner. Ey sanat ve hüner ırmağı (şair)! Şiirinin arı duru suyu âb-ı hayat mı, Kevser havuzu mu, cennetteki Selsebil ırmağı mı, yoksa şarap mıdır?

Tevbe – Su

Arapça asıllı olan “tevbe” sözcüğü lügatte “geri dönmek”, “ilk asla dönmek” ve “yönelmek” anlamlarına gelir. Dinî bir terim olarak da geçici olan günah hâlini bırakıp asli olan salah (iyilik) hâline dönmeyi ifade eder. “Tevbe”nin bu terimsel anlamında, işlediği bir günahtan veya yaptığı bir hatadan dolayı pişmanlık duyarak tevbe eden kişi, sahibinden kaçtıktan sonra tekrar ona geri dönen köleye benzetilmiştir. Bu, günah işleyen veya hata yapan kişinin tevbesidir. Efendisi onun bu pişmanlığını kabul ettiği takdirde, iyiliklerle ve mükâfatlarla yönelerek onu affeder. Bu da efendinin tevbesi (kölesine yönelmesi) olur. Yakıcı bir duygunun, psikolojik bir hâlin soyut ifadesi olan “tevbe” işlenen günahları, yapılan hataları ortadan kaldırması, günahların kalpte bıraktığı kirleri yıkaması, ruhu temizleyip arındırması gibi nedenlerden dolayı her türlü kiri gideren, kötü birikimleri ortadan kaldıran ve kirlenmiş nesneleri temizleyip aslına döndüren suya benzetilmiştir:

Tevbe suyı yumaz mı ‘isyânı / Feyz irişüp ‘inâyet olmaz mı. Tevbe suyu isyanı yıkamayacak mı? Lütuf ve iyilikler yağmur gibi üzerimize yağmayacak mı?

Tevbe suyı hışm odın söyündürür / Rahtını yazuklarun köyündürür. Tevbe suyu gazap ateşini söndürür; günahların ise evini yakar.

Gerek ki tevbe suyıyıla ağzunı yuyasın / Diler isen ki olasın lâyık-ı şarâb-ı tahûr. Eğer (cennetteki) temiz şarabı içmeye layık olmak istersen, tevbe suyu ile ağzını yıkamalısın.

Oda yanmakdan kaçan yil komaya / Toprağ olup tevbe suyında yuna. Toprak olup tevbe suyunda yıkanan kişiyi rüzgâr ateşe yanmaktan nasıl alıkoymasın!

Mevt yili esmezden öndin tevbe suyında yunup / Meskenet toprağı içre ‘ışk odına yanmadun. Ölüm rüzgârı esmeden önce, tevbe suyunda yıkanıp yoksulluk toprağı içinde aşk ateşine yanmadın.

Âb-ı Hayat/Hayat Suyu/Dirlik Suyu/ Baki Suyu

Âb-ı hayat efsanesinin divan şiirinde çok defa metafor olarak kullanıldığını görürüz. Özellikle yapımına tarih düşürülen çeşmelerden akan su âb-ı hayat olarak nitelendirilir: Bâreke‘llah bâreke‘llah çeşme-i âb-ı hayât / Su degil bu nurdur amma ki olmuş mevc-zen. Allah mübarek etsin bu âb-ı hayat çeşmesini! (Bu çeşmeden akan), su değil; dalgalanan nurdur.

Aynı şekilde, sevgilinin yüzmek veya serinlemek için girdiği su da ona ölümsüzlük niteliği kazandırdığı için âb-ı hayata benzetilir:

Suya girdi didüm neyçün didi âb-ı hayât olsun / Tağıtdı saçını aydur ki bu gün rûm u şâm olsun. (O sevgili) suya girdi. Dedim ki: “Ne için?" Dedi ki: “Âb-ı hayat olsun (diye)." Saçını dağıtarak dedi ki: “Bugün, Rum/gündüz ve Şam/akşam olsun!”

Aşk yağmuru âşığın gönlüne yağdığı zaman gönül bahçesinin otunu sümbül, suyunu âb-ı hayat, toprağını da güzel kokulu parfüm yapar:

Gönül bâğına yağdıkda semâ-i ‘aşk emtârı / Otın sünbül suyın âb-ı hayât hâkin 'abîr itdi. Gönül bahçesine aşk göğünden yağmur yağdığında, o bahçenin otunu sümbül, suyunu âb-ı hayat, toprağını da abir (güzel kokulu parfüm/ ilaç) hâline getirdi.

Âşığın sevgilinin elinden içtiği zehir, azbün furat (tatlı içimli su) olur; onsuz içilen âb-ı hayat ise milhün ücâc (acı ve tuzlu su) hâline gelir:

Zehr elünden ‘âşıka ‘azbün furât / Sensizin dirlik suyı milhun ‘ücâc. Senin elinden içilen zehir, âşıklar için tatlı içimli su; sensiz (içilen) dirlik suyu ise acı ve tuzlu sudur.

Sevgilinin dudakları da âşığa ölümsüz hayat bağışladığı için Hızır suyu, yani âb-ı hayat olarak düşünülmüştür:

Hızr suyı birle ‘Îsî nutkına yok hâcetüm / Leblerüngdin kim hayât-ı câvidân buldum yana53 Hızır suyu ile Hz. İsa’nın nefesine ihtiyacım yok. (Ey sevgili!) Ben ancak senin dudaklarından ölümsüz hayatı elde ettim.

Sevgi ve aşk da insanı bir nevi ölümsüz hayâta kavuşturduğu için âb-ı hayat ile benzeştirilmiştir:

Bâkî suyın içmiş iken belürmez ölüm çeşnisi / Niçe zevâl ire bana sevmegile varurısam54 Ebedîlik suyunu içtiğinde ölümün tadı alınmaz. Eğer sevgi ile gidecek olursam bana nasıl zeval (yok oluş) erecek!

Âşık için gam her şeyden daha önemlidir. Gam aslında aşk ile özdeş bir kavramdır. Çünkü aşk âşığın kalbini harap eder ve onu hüzünlendirir, gamlar kulübesine çevirir. Bu ise âşık tarafından beklenen ve istenen bir hâldir. Âşık için asıl âb-ı hayat gam (aşk) çölünün serabıdır:

Şâd olup hayvân suyın ey Hızr sen nûş eyle kim / Gam beyâbânı serâbı âb-ı hayvândur bana55 Ey Hızır, sen ölümsüzlük suyunu içerek sevinçlere gark oluver! Benim için âb-ı hayat, gam (aşk) çölünün serabıdır.

  1. Mecmu‘a-i Kasâid-i Türkiyye, k.73/15.
  2. Mecmu‘a-i Kasâid ve Gazeliyyât, b. 1360.
  3. Necâtî Divanı, k. 16/20.
  4. Necâti Dîvanı, k. 16/28.
  5. Kadı Burhaneddin Divanı, g. 226/1.
  6. Necâti Divanı, g. 168/3.
  7. Mu’inî Mesnevî-i Murâdiye, 182.
  8. Neşâti Divanı, k.4/40.
  9. Dukakinzâde Ahmed Divanı, kıt. 23.
  10. Livayî Divanı, g.448/5.
  11. Kadı Burhaneddin Divanı g. 927/1.
  12. Yunus Emre Divanı, 332/2.
  13. Necâti Divanı, g. 373/8.
  14. Kadı Burhaneddin Divanı, g. 253/2.
  15. Kadı Burhaneddin Divanı g. 1297/6.
  16. Şeyhülislâm Yahya Divanı, 1.
  17. Şem‘î Divânı, g. 39/1.
  18. Şem‘î Divânı, g. 39/6.
  19. Kadı Burhaneddin Divânı, g. 96/5.
  20. Cemilî Divânı, g.607/4.
  21. Edirneli Nazmî, Mecma‘ü’n-nezâir, 1.
  22. Divan-ı Hayrî, g.182/3.
  23. Nesîmî Dîvanı, g. 140/5
  24. Emrî Divanı, 1.
  25. Necâti Divanı, g. 418/5.
  26. Cemîlî Divanı, g.299/5.
  27. Dukakinzâde Ahmed Divanı, kıt.23.
  28. Emrî Divanı, 2.
  29. Emrî Divanı, 2.
  30. Hevesnâme, 3651.
  31. Mesîhî Divanı, g. 261/7.
  32. Mesîhî Divanı, g. 125/3.
  33. Necâti Divanı, k. 11/8.
  34. Mecmu‘a-i Kasâid-i Türkiyye, k.42/41.
  35. Şeyhülislâm Yahya Divanı, g.360/1.
  36. Heşt Bihişt, mes.1007.
  37. Nisârî Divanı, g.55/5.
  38. Kadı Burhaneddin Divanı, g. 1312/6.
  39. Tuhfetü’l-uşşâk, 478
  40. Yunus Emre Divanı, 183/2.
  41. Hevesnâme, 1366.
  42. Süheylî Divanı, k.48/40.
  43. Feyzî-i Kefevî Divanı, k. 5/41.
  44. Âhî Divanı, g. 137 / 3.
  45. Mantıku’t-tayr, mes.682.
  46. Ahmedî Divanı, k. XXIV/31.
  47. Kemâl-i Ümmî Divanı, g. 3/13.
  48. Kemâl-i Ümmî Divanı, g. 62/12
  49. Nedîm Divanı, kıt.58/6.
  50. Kadı Burhaneddin Divanı, g. 412/6.
  51. Kâdî Divanı, îg.312/2.
  52. Ayn Divanı (Karamanlı), g.86/4
  53. Cemîlî Divanı, g.607/4.
  54. Yunus Emre Divanı, 190/4.
  55. Sehabî Divanı, g.16/4.

KAYNAKÇA

Akdoğan, Yaşar (1979). “Ahmedî Divanı (Tenkitli Metin ve Dil Hususiyetleri) I-II”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Aksoyak, İ. Hakkı (2006). Ahmed-i Yesevî’nin Rumelili Bir Tâkipçisi: Üsküplü Atâ ve Tuhfetü’l-Uşşâk. Ankara: Bizim Büro Yay.
Ayan, Hüseyin (2002). Nesîmî: hayatı, edebî kişiliği, eserleri ve Türkçe Divanının tenkitli metni. 2 c. Ankara: TDK.
Bayak, Cemal. (1998) “Sehâbî Divanı: Metin-Îzahlı İndeks”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi/ Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Çağlayan, Nagihan (2007). “Nisârî Divanı”. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Cumhuriyet Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas.
Eflatun, Muvaffak (2003). “Feyzî-i Kefevi Divanı: Tahlil-Metin”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Ankara: Gazi Üniversitesi.
Ergin, Muharrem (1980). Kadı Burhaneddin Divanı. İstanbul: İÜEF.
Gençtürk-Demircioğlu Tülay (2002). “Cemîlî Divanı: İnceleme-Metin”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, İstanbul. ¶ Gölpınarlı, Abdülbâki (1951-1972). Nedîm Divanı. İstanbul.
Halil Nihâd [Boztepe] (1338-40). Nedîm Divanı. İstanbul
Harmancı, M. Esat (2007). Ahmed b. Hemdem Kethudâ Süheylî. Divan. Ankara: Akçağ.
Kaplan, Mahmut (1996). Neşâtî Divanı. İzmir: Akademi Kitabevi.
Kara, Ayşegül (1998). “Divan-ı Hayrî: İnceleme-Metin”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İnönü Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya.
Karavelioğlu, Murat (2014).Şem’î Divanı. İstanbul: Yazma Eserler Kurumu.
Kavruk, Hasan (2001). Şeyhülislâm Yahyâ Divanı. Ankara: MEB
Köksal, Fâtih (2012). Edirneli Nazmî, Mecmaü’n-nezair. (e-kitap) Ankara: Kültür Bakanlı KYGM.
Köksal, M. Fâtih (2004). “Kâdî”. Türk Dünyası Edebiyatçılar Yazarlar ve Şâirler Ansiklopedisi. C. 5. Ankara: AKM Yay. 278.
Köksal, Seyhan (2002). “Livâyî Divanı: Metin-İnceleme”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, İstanbul.
Macit, Muhsin (1997). Nedîm Divanı. Ankara: Akçağ.
Mecmu‘a-i Kasâid-i Türkiyye,Esad. Ef. 3418,
Mecmua-i Kasâid ve Gazeliyyât, b. 1360. (Hâlet Ef. Mülhakı 245)
Mengi, Mine (1995). Mesîhî Divanı. Ankara: AKM Yay.
Mermer, Ahmet (1997).Karamanlı Aynî ve Divanı. Ankara: Akçağ.
Saraç, M. A. Yektâ (1991). “Emrî ve Divanı”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. ¶ Sarıçiçek, Ramazan (1997). “Kemâl Ümmî Hayatı, Sanatı ve Divanı (İnceleme-Metin)”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi) İnönü Üniversitesi/ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya.
Sungur, Necâti (1994). Âhî Divanı. Ankara: Kültür Bakanlığı.
Sungur, Necâti (hzl.) (2006). Tâcî-zâde Câfer Çelebi, Heves-nâme (İnceleme-Tenkitli Metin). Ankara: TDK Yay.
Süzen, Hüseyin (1994). “Dukakinzâde Ahmed Beg Divanı (İnceleme-Tenkitli Metin)”. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Tarlan, Ali Nihad (1963). Necâtî Beg Divanı. İstanbul: MEB.
Tatcı, Mustafa (1990). Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin. Ankara: KB.
Tatcı, Mustafa (1991b). Yunus Emre Divanı III, Risaletü’n- Nushiyye. Ankara: KB.
Yavuz, Kemal (2007). Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) (Metin ve Aktarma). Ankara: KB.
Yavuz, Kemal (1982). Mesnevî-i Murâdiyye. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yeniterzi, Emine (2001). Behiştî’nin Heşt Behişt Mesnevîsi. İstanbul: Kitabevi.