Z Dergi Mobil Uygulamasını
ÜCRETSİZ HEMEN İNDİRİN!

Mobil Websitesine Devam Et >>

Sözlü Târih İstanbul’da Bir Zangoç
Murat Öztabak

Yazı Boyutu: a a a
Okuma Modu

Sözlü Târih İstanbul’da Bir Zangoç
Murat Öztabak

https://www.zdergisi.istanbul/makale/sozlu-tarih-istanbulda-bir-zangoc-164

Kazlıçeşme, şehrin koruyucusu surların hemen dışında, kaderi sur içi ile birlikte yazılmış, Şehr-i İstanbul’un kozmopolit yapısına büyük katkı sunan, birlikte yaşama kültürünün en güzel örneklerinin görüldüğü semt… Bugün Zeytinburnu sınırları içinde boylu boyunca uzanan bu semt, Evliyâ Çelebi’nin rivâyetine göre, Sultan II. Mehmed’in İstanbul kuşatması esnâsında, Edirne ve Gelibolu üzerinden gelen askerleriyle konakladığı belde hüviyetinde.1 İstanbul’un önemli târihî odaklarından olan bu semtin hemen her yerinde, çok kültürlülüğün sembollerini görmek mümkün. Surların hemen ötesinde, Kazlıçeşme meydanının hemen yanında, iki önemli yapı dikkati çekiyor. Bunlardan biri, II. Mehmed’in kuşatma esnâsında yaptırdığı, İstanbul’un ilk câmisi kabul edilen Kazlıçeşme Fâtih Câmii, diğeri ise Doğu Roma İmparatorluğu dönemi mîraslarından, Aya Paraskevi Kilisesi. Aynı mahalle içerisinde yan yana târihe meydan okuyan bu iki dînî yapı, İstanbul’un çok dinli ve kültürlü yapısının ve kendine has birlikte yaşama kültürünün önemli örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Aya Paraskevi Kilisesi’nde, bölgedeki Rum nüfûsu ciddî anlamda azaldığı için âyinler her yıl 26 Temmuz günü,  Paskalya Bayramı’nda yapılıyor. Bu târih, aynı zamanda kilisenin kuruluş yıl dönümü olarak kabul ediliyor.  

İstanbul, fethinden günümüze kadar olan süreçte Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahûdi topluluklara ev sâhipliği yapmış, Fâtih Sultan Mehmed’in her gayrimüslim topluluğa bir “Millet Başı” tâyin etmesi ve ibâdetlerini özgürce yerine getirmelerine izin vermesiyle de bu cemâatler arasında müthiş bir kaynaşma oluşmuştur. Bizler de bu çalışmamızda, İstanbul’daki bu çok kültürlü yapının önemli sacayaklarından olan Rumlara dâir bilgiler verecek, Kazlıçeşme’den hikâyeler ve anılarla başlayacağımız yolculuğumuza, zaman zaman sur içini de dâhil ederek, Rum âilelerin gelenek ve göreneklerini anlatmaya gayret edeceğiz. Sözlü târih araştırma usûlüyle kaleme aldığımız bu makâlede bize anlatıcı olarak Aya Paraskevi Kilisesi zangocu Tanaş Özkaramihaloğlu (1948) eşlik edecek.  

Aynı mahalle içinde yan yana târihe meydan okuyan bu iki dînî yapı, Kazlıçeşme Fâtih Câmii ve Aya Paraskevi Kilisesi, İstanbul’un çok dinli ve kültürlü yapısının ve kendine has birlikte yaşama kültürünün en önemli örneklerindendir.

Tanaş Özkaramihaloğlu’nun âilesi İstanbul’un fethinden bu yana bu topraklarda yaşıyor. İstanbul’un yaşayan son zangoçlarından olan Tanaş, âilesi ve kendisiyle ilgili sorulan soruya, “1948 doğumluyum, altmışdört yıllık hayâtım burada geçti. Zangoçluk babamın işiydi, ben de babamdan aldım bu mesleği. Âileme gelince biz Bizans’tan kalmayız. Bâzıları Karaman’dan bâzıları Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan geldiler. Ama hâlis muhlis İstanbul Bizans’ından kalma Rumlar biziz.” şeklinde cevap vermiştir. Kendisinin de ifâde ettiği üzere, şu anda yaptığı zangoçluk mesleği babasından kalmıştır. Hatta babasının son olarak Aya Paraskevi Kilisesi’nde görev yaptığını söyleyen Tanaş Özkaramihaloğlu, kilisenin târihine dâir; “Aya Paraskevi Kilisesi’nde âyinler Ortodoks geleneğinde olduğu gibi pazar günleri yapılmazdı, cuma günleri yapılırdı. Sultan II. Mehmed İstanbul’un fethi sırasında otağını kilisemizin karşısındaki mezarlığın olduğu alana kurdurmuştur. Bir cuma günü, yanında olan bâzı yardımcıları, ‘Sultânım, karşıda küçük bir mâbet var, orayı namazgâh yapalım, namâzımızı orada kılalım.’ diyor. Sultan böyle bir sorunun sorulmasına hiddetle karşı çıkarak kilisenin az ilerisine bir namazgâh yapılmasını emrediyor. İşte şimdiki Kazlıçeşme Fâtih Câmii o zaman inşâ edilmiştir, İstanbul’un ilk câmisi odur. İstanbul’un fethinden sonra seçilen ilk patriğimiz Gennadius da Fâtih Sultan Mehmed’e şükranlarını göstermek için bu kilisedeki âyinlerin cuma günleri yapılmasını emrediyor. İşte bu yüzden Aya Pareskevi Kilisesi’nde cuma günleri âyin yapılmaktadır.” Kilisenin cuma günleri âyin yapmasının nedeni ile alâkalı Tanaş’ın verdiği bilgilerin doğruluğunu belgelerle kanıtlamak elbette ki mümkün değildir. Ancak, Sultan II. Mehmed’in kuşatma esnâsında ordusunu buraya kurduğuna dâir bilgiler mevcuttur. Bu hikâye doğru olmasa bile, Fâtih’in gayrimüslimlere karşı olumlu tutumunu göz önünde bulundurursak kendisine bu tür yakıştırmaların yapılması normaldir. Yine bu kilisenin bir diğer isminin de Azîze Cuma Kilisesi olduğu ve bir de ayazması olduğu bilinmektedir. Bu konu ile alâkalı anlatılan bir hikâyeyi nakleden Tanaş, Azîze Cuma ve ayazma efsânesinden şöyle bahsediyor: “Bizans’ın güçlü olduğu dönemlerde, Azîze Cuma isimli, hastaları iyileştirmesiyle tanınan, kendisini Tanrı’ya adamış bir kadın, şu an kilisenin bulunduğu yerde yaşıyordu. Bu kadının mûcizelerinden haberdar olan dönemin Bizans imparatoru, Azîze Cuma ile alâkalı bilgi toplanmasını istemiş ve bu kadının körlere şifâ olduğunu öğrenmiştir. Kendisi putperest olduğu için bu kadına karşı kin duymaya başlayan imparator, Azîze Cuma’yı yanına çağırtarak gözlerinin kör edilmesi emrini vermiştir. Gel zaman git zaman Azîze Cuma, Persler ile yapılan bir savaşta,  imparatorun gözlerinin kızgın yağ ile kör olduğunu öğrenmiş ve ayazmadan bir testi şifâlı su alarak hemen imparatorun yanına gitmiştir. İmparator çâresiz bir şekilde şifâlı suyu gözlerine sürmüş, gözleri eski hâline gelmiş ve îman ederek putperestlikten vazgeçmiştir.” Tanaş’ın anlattığı bu efsâneden yola çıkarak Aya Paraskevi Kilisesi’nde cuma günleri âyin yapılmasının sebeplerinden birinin de bu efsâne olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Hatta bu efsâneyi duyan Fâtih Sultan Mehmed’in kilisenin ayazma kısmını kapattırıp korumaya aldığına dâir rivâyetler de bulunmaktadır. Bugün, kilise içerisindeki ayazmanın üstü metal bir levha ile örtülerek muhâfaza altına alınmıştır.  

İstanbul’un neredeyse her semtinde olduğu gibi, Zeytinburnu sınırları içerisinde de önemli dînî mekânlar vardır. Bunlardan biri de Silivrikapı önlerinde, geçmişi V. yüzyıla kadar ulaşan ve İstanbul’un kadim mâbetlerinden olan Balıklı Rum Ayazması ve Manastırı’dır. İstanbul’da bulunan neredeyse hemen her kilisenin bir efsânesi olduğu gibi buranın da bir efsânesi vardır. Balıklı Ayazma’da bulunan balıkların da mûcizelerine dâir rivâyetler yıllardan beri süregelmektedir. Bunlardan en önemlisi, Balıklı Manastırı’ndaki bu meşhur ayazmayı ziyâret eden seyyahların hemen hepsinin rivâyet ettiği, İstanbul’un fethiyle alâkalı olanıdır. Sur dışında gezinti yaparken kendisine yaklaşan bir keşişi tâkip ederek Balıklı Ayazma’ya vardığını söyleyen Edmondo de Amicis, ayazmadaki balıklar ile alâkalı rivâyeti şöyle nakleder: “Keşiş beni sessiz bir avluya götürdü, küçük bir kapıyı açtı, bir mum yaktı, rutûbetli ve karanlık bir kubbenin altındaki küçük bir merdivenden indirdi, sarnıç gibi bir şeyin önünde durarak üzerine elindeki şamdanı tuttu ve suyun içinde yüzen kırmızı balıklara bakmamı işâret etti. Ben bunlara bakarken meşhur mûcizeli balık hikâyesi olması gereken anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Türkler, İstanbul surlarına son taarruza geçtiklerinde, bir Rum keşişi bu manastırda balık kızartıyormuş. Birdenbire, telâş içerisinde kalmış bir keşiş mutfağın kapısında görünüp bağırmış: ‘Şehir zapt edildi!’ ‘Hadi canım sende!’ diye cevap vermiş öteki, ‘Böyle bir şeye balıkların tavadan fırlayıp çıktığını görsem inanırım.’ Bunun üzerine balıklar, sâdece bir tarafları kızarmış olduğu için, yarı siyah yarı kırmızı, canlı canlı sıçramışlar; balıkları huşû içerisinde tutup, buna inanılabilir, yakaladıklarını suya koymuşlar, orada hâlâ yüzüyorlar.”2 Ancak Tanaş’ın bu efsâneye çok da îtibar etmediğini görüyoruz. Kendisinden Balıklı Rum Manastırı ve Ayazması ile alâkalı efsâneyi anlatmasını istediğimizde, “Oradaki balık hikâyesini biliyor musunuz, bilmiyorum. Bana bu efsâne pek mantıklı gelmiyor, İstanbul surlarının dışında kuşatma var, kuşatma varken nasıl bunlar olabilir, nasıl konuşulur?” demiş ve devam etmiştir, “Eski manastırların ve kiliselerin hemen hepsinde denize inen yollar vardır. Eski saraylarda klasik yapılmış arka yollar gibi, manastırlarda da gizli bölmeler bulunur. Şu anda özellikle târihî yarımadanın altında sarnıç benzeri yollar bulunuyor. Balıklı Rum Manastırı’ndan başlayan da bir yeraltı yolu vardır. Bu yeraltı tüneli çökmeden evvel Kazlıçeşme’ye kadar uzanıyordu. Ancak Abdi İpekçi Spor Salonu yapılırken bu yolların büyük bir kısmı çökmüştür.” 

Herkes masaları evlerinin önüne kurardı, yok Müslümansın yok gayrimüslimsin diye bir zıtlaşma yoktu, çok güzeldi.

Osmanlı döneminde, surların hemen dışında bâzı yerleşim bölgeleri mevcuttu. Bu ikâmet yerlerinden biri de bugünkü Zeytinburnu’dur. Gerek Osmanlı gerekse Cumhûriyet dönemlerinde bu bölge bir sanâyi merkezi konumundadır. Bu noktadan baktığımızda, iş yerlerinin yoğun bir şekilde burada kümelenmesi ilçenin göç almasına neden olmuş, bu göç dalgası da çarpık yapılaşma ile gecekondu yaşantısını berâberinde getirmiştir. Bölgedeki gecekondulaşmanın daha başlamadığı dönemde, Kazlıçeşme’de bulunan fabrikalarda çalışarak geçimini sağladığını söyleyen Tanaş Özkaramihaloğlu, mahallenin durumu ile alâkalı şöyle diyor; “Askere gittiğim zamâna kadar bâzı şeylerin farkında değildim. Meğer buradaki o birliktelik yavaş yavaş kayboluyormuş, askerden geldikten sonra o birlikteliği bir daha bulamadım. Burada yaşayan Rumların çoğu ya Yeşilköy’e ya Bakırköy’e gittiler, bâzıları ise yurt dışına göç ettiler. Ben yedi yaşındayken burada elli tâne Rum hânesi vardı. Bâzılarının dükkânları, fabrikaları buradaydı. Bâzı âileler de Yedikule’de oturuyordu; ama iş yerleri burada olduğu için geliyorlardı. Çok güzel bir yerdi burası, zaman geliyor özlüyorum. Ramazan bayramının yaz aylarına denk geldiği zamanlar çok güzeldi. Herkes masaları evlerinin önüne kurardı, sen Müslümansın sen gayrimüslimsin diye bir zıtlaşma yoktu, çok güzeldi. Paskalya’da biz burada âyin yapıyorduk, kırmızı yumurta dağıtıyorduk, bir sürü Müslüman arkadaşımız geliyordu, papaz efendi hiç ayırmazdı, onlara da paskalya yumurtası verirdi. Yine ben kardeşimi de alır yandaki Kazlıçeşme Fâtih Câmii’nde bayram namazı kılmaya giderdim, büyüklerimizin elini öperdik, mendilin içerisinde bize şeker verirlerdi. Benim çocukluğumda annelerimiz babalarımız kapı önlerinde oturur, çay içer, sohbet ederdi. Müslüman vardı, Rum vardı Ermeni vardı, çok güzeldi; ama bitti. Artık gelmez geri o günler…” Kazlıçeşme’de görülen bu komşuluk ilişkilerini İstanbul’un hemen her yerinde o târihlerde görmek mümkündür, ancak son yıllarda bu çeşitlilik kaybolma aşamasına gelmiştir. Özellikle 6-7 Eylül olaylarından sonra, İstanbul’daki Rum nüfûsunda ciddî bir azalma meydana geldiğini söylemek yerinde olacaktır. 1924 yılında bir milyon kişinin yaşadığı İstanbul’da 280 bin civârı Türk vatandaşı Rum yaşıyordu. Bu sayı 1934 yılına gelindiğinde 73 bin’e düşmüştü.3 Tanaş Özkaramihaloğlu’na günümüzde İstanbul’daki Rumların sayısını sorduğumuzda, “İstanbul’da şu an iki bin Rum bul, öp de başına koy!” cevâbını vermiştir. Tanaş’ın bu söylediğinden yola çıkarak baktığımız kaynaklarda, Rum vatandaşlar ile yapılan görüşmeler, vakıf listelerindeki seçmen sayıları ve patrikhâne verilerine dayanarak günümüzde İstanbul’da iki bin civârında Rum asıllı Türk vatandaşının olduğunu söyleyebiliriz.  

Erken Cumhûriyet yıllarında yoğun olarak bölgede yaşayan Rumların, Kazlıçeşme’de bulunan bâzı fabrikaların da sâhibi olduğunu ve sanâyi bilgisi bakımından gelişmiş olduklarını kaynaklardan biliyoruz. Tanaş, bu konu ile alâkalı, “Nereden bakarsanız bakın, Kazlıçeşme’de ikiyüz-ikiyüzelli Rum sayabilirdik. Bunlar arasında Yunanlar da vardı.” demekte ve bu durumun îzâhını şöyle yapmaktadır: “Öncesinde Osmanlı’ya bağlı olan, Rodos, Selânik, Girit, Sakız adası gibi yerlerden Yunanistan’ın zoruyla, Osmanlı vatandaşı olan Rumlar İstanbul’a sürüldü. Bu gelen adamlar sanâyide çok iyiydi. Dericilik, marangozluk, demircilik yapmışlardır buralarda hep. O zamanlarda buradaki kilisenin bahçesinde âyin yaparken sokağa kadar taşardı cemâat, o kadar kalabalıktı burası.” 

Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, barış içerisinde birlikte yaşama kültürünün en güzel örneklerini İstanbul’da görmek mümkündür. Tanaş Özkaramihaloğlu, bu birlikteliği şöyle ifâde ediyor: “Türk ismini kullanırken Anadolu’yu anlıyoruz biz, tek toprakta, tek kültürde yetişmişiz. Şimdi bakıyorsunuz, Trabzon’da Pontus Rum Devleti vardı, yine Karadeniz bölgemizde Lazlar var. Kaynaşma olmuş orada, halk oyunlarımız aynı, dilimiz birbirinden etkilenmiş durumda. İstanbul’da kırâathâne kültürü, kasket kültürü, tespih kültürü, yemek kültürü, hatta kız isteme kültürü bile aynı. Bizim geleneklerimiz birbiriyle çok benzerlik gösteriyor, bu durum İstanbul’un fethinden beri böyle. Biz el öpmeyi bu topraklarda öğrendik, öyle ki bayramlarda din büyüklerimizin elini öperiz. Bu, kültürümüzün ne kadar benzeştiğinin bir göstergesidir.” Gerçekten de, özellikle bahsi geçen bu kaynaşmayı Anadolu’da fazlasıyla görmekteyiz. Kullanılan dillerde birbirine yakınlık olduğu gibi, bu durum sözlü kültürümüze de kıymeti azımsanmayacak şekilde işlemiştir. 

Yıllar içerisinde İstanbul’un aldığı iç göçlerin netîcesinde, burada yıllardır hayatlarını idâme ettiren gayrimüslimler farklı yerlere taşınmak zorunda kalmıştır. Özellikle, 6-7 Eylül olayları ile başlayan, Yunanistan ile Kıbrıs konusunda yaşanan gerilim ve dahi tüm dünyâda artmakta olan milliyetçilik meselesi, bâzı vakitlerde İstanbul Rumlarına karşı bâzı odaklar tarafından düşmanca bir tavır ortaya konulmasına sebep olmuştur. Yaşanan bu gerilim netîcesinde, birçok Rum kökenli âile tüm mal varlıklarını bırakarak Yunanistan’a göç etmiştir. Tanaş Özkaramihaloğlu’nun da o tatsız yıllara dâir hâtıraları bulunuyor. Kendisine bu konuyu sorduğumuzda, gözleri dolarak sanki o günleri yeniden yaşıyormuşçasına şâhitlik ettiği bir konuyu bizlere şöyle anlatmıştır: “Ben Kıbrıs harekâtı sırasında askerdim. Âilemle haberleşemiyordum, mektup alıp göndermek yasaktı. Askerde Kasımpaşalı bir arkadaşım vardı, İstanbul’a kaçacağını söylerdi durmadan. Hakîkaten bir sabah baktığımızda yanımızda göremedik onu, meğer İstanbul’a kaçmış gitmiş ordudan. Tabiî bunu yeniden yakalayıp askeriyeye getirdiler. Kazlıçeşme’ye gitmiş görmüş oraları, hepsini bana anlattı. Dediğine göre bizim kilisenin önünde, bir tarafta polis bir tarafta asker nöbet tutuyor ve kiliseyi koruyormuş. Tabiî bunun öncesi var, Kıbrıs olayları henüz başlamış, 1964 senesi, hiç unutmuyorum. İstanbul’da Rumlara karşı bâzı olumsuz olaylar oluyordu, tabiî bunları devlet yapmış değil, bâzı kendini bilmezler vazîfe çıkarıyorlardı kendilerine. Yine böyle bir zamanda, bir grup ellerinde ateşlerle kilisemizi yakmaya geldiler. Bu sırada, bizim evin arkasında Müslüman komşularımız vardı, kadın nereden bulduysa kocaman bir Türk bayrağı getirdi, arkadaki binânın çatısından kiliseye kadar bayrağı çekti. O kadın ve bayrağımız sâyesinde belki de canımızı kurtardık.”   

İstanbul’un çok kültürlü yapısına dâir söylenecek elbette ziyâdesiyle söz var. Bizler bu çalışmayı yaparken lokal bir alan incelemesinden yola çıkarak aslında eski İstanbul’un bizlere bir hâtırası olan Tanaş Özkaramihaloğlu’nu anlatmak istedik. Kendi tâbiri ile İstanbul’daki son zangoçlardan ve yine kendi ifâdesiyle İstanbul’da Bizans’tan kalan az sayıdaki hâlis muhlis son Rumlardan olan Tanaş,  Kazlıçeşme’de, Aya Paraskevi Kilisesi’nde, eşi ve kızı ile birlikte bu mâbedin müştemilâtında kalıyor, kilisenin temizliğini ve bakımını yapıyor. Uzun yıllar Kazlıçeşme’de yaşayan Tanaş, buradaki anılarını zaman zaman dolan gözleri ve titreyen sesiyle bizlere anlattı. Türk bayrağının bahsi geçtiğinde, “Ben burada doğdum, atam, dedem buradaydı. Ben askerliğimi Türk ordusunda yaptım, ben Türk vatandaşıyım ve ay yıldızlı bayrak benim bayrağım, başka bayrağımız da, vatanımız da yok!” şeklindeki sözleri dikkate değecek ölçüde samîmî ve güzeldi. 

1 Seyit Ali Kahraman – Yücel Dağlı, age,  I. Kitap, c. I, s. 57. 
2 Edmondo de Amicis, İstanbul, çev. Beynun Akyavaş, Ankara 2013, s. 271-272. 
3 Mehmet Karakuyu-Mehmet Kara, “İstanbul’daki Gayrimüslim Toplulukların (Ermeni, Rum ve Yahudi) Tarihsel Serüveni ve Günümüzdeki Sosyo- Ekonomik Durumları: Coğrafi Bir Analiz”, Akademik Araştırmalar Dergisi, 2010, S. 10, s. 7. 

  

KAYNAKÇA

Burçak Evren, Surların Öte Yanı Zeytinburnu, İstanbul 2011. 
Edmondo de Amicis, İstanbul, çev. Beynun Akyavaş, Ankara, 2013.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi-XVII. Asırda İstanbul, haz. Hrand D. Andreasyan, çev. Kevork Pamukciyan, İstanbul, 1988. 
İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğunda Millet”, Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. IV, İstanbul, 1986. 
Joseph Von Hammer, İstanbul ve Boğaziçi, c. I, Ankara, 2011. 
Mehmet Karakuyu – Mehmet Kara,” İstanbul’daki Gayrimüslim Toplulukların (Ermeni, Rum ve Yahudi) Târihsel Serüveni ve Günümüzdeki Sosyo-Ekonomik Durumları: Coğrafi Bir Analiz”, Akademik Araştırmalar Dergisi, sayı: X, 2010. 
Ogler Ghislain De Busbecq, Türk Mektupları, haz. Recep Kibar, İstanbul, 2002. 
Perihan Karaaslan, “Bizans Devletinde Meslek Birlikleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2012. 
Saro Dadyan, “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Ermeni İskânları”,  Türkler ve Ermeniler, http://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/osmanli-doneminde-istanbulda-ermeni-iskanlari/ (erişim târihi 17.06.2017). 
Seyit Ali Kahraman – Yücel Dağlı, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, İstanbul, 2012. 
Süleyman Faruk Göncüoğlu, Zeytinburnu - Yollar ve Kapılar, İstanbul, 2013. 
Şule Kılıç, “Orta ve Geç Bizans Dönemi Giysileri (9.-14. Yüzyıllar)”, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Târihi Anabilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2004.