Su Gibi Aziz Ayazmalar
Cemal Kafadar
Su Gibi Aziz Ayazmalar
Cemal Kafadar
https://www.zdergisi.istanbul/makale/su-gibi-aziz-ayazmalar-158
Rahmetli annem ve babam son aylarını Balıklı Rum Hastahânesi’nde geçirirlerken, onların düşkün hâllerine şâhit olmanın verdiği elemle defalarca Balıklı Ayazması’na yürüyüp suyundan içtim, şifâ diledim, kendilerine de götürdüm. Ölüme çâre yok ama şifâ dediğimiz şey, herkesin durumuna göre; mutlak bir sağlık hâli değil, varsa öyle bir hâl... Gönlüm dertlerinin azıcık da olsa dinmesini diledi, gerisini bilemem. Sanırım yüzyıllar boyunca milyonlarca insan, inanç veya inançsızlıklarının şekli ve derecesi ne olursa olsun, bu gönülden dileme hâlinin, duâ veya niyazlarının, bereketine dâir bir umut taşımışlardır. Nice dinden, kavimden, dil ailesinden insanlar tarafından böylesi bir bereketin ve rahmetin odaklaştığı yerler olarak bilinen “yer”ler arasında, pınarlar ve ayazmalar başı çeker.
Su ve şifâ deyince zâten İstanbullu bir târihçi için ayazmaların akla gelmemesi mümkün değil. “Mübârek” su kaynakları için kullanılan Rumca sözcük, bugün birçok yer adında (semt, mahalle, sokak, hatta câmi vb) yaşamakla birlikte, anlamı ve bu isimle bilinen kaynaklar etrâfında yüzyıllar boyu sürdürülmüş âdetler, şehrin büyük çoğunluğu tarafından unutulmaya yüz tuttu. İstanbul Ansiklopedisi’nin 1960 senesinde yayımlanan 3. cildindeki “Ayazma, Ayazmalar” maddesine göre: “Putperestlikten Hıristiyanlığa intikal ederek bir aziz veya azîzenin adına bağlanmış kuyu ve pınarlardır ki, halk arasında suyunun türlü maraz ve illetlere karşı şifâlı olduğuna inanılır, ziyâret edilir; adını taşıdıkları aziz veya azîzenin gününde, bu ziyâretler bir panayıra inkılâb eder.” Öte yandan, “ayazmalar gittikçe azalmaktadır; bir kısmı şahıs mülkü olmuş; bir kısmı, suyu kirli görülerek kapatılmış; bâzıları tamâmen terk edilip harap olmuştur… Bu arada zamânımızda [1960?] şifâlı suya îtikâdın da gevşemiş olduğunu kaydetmek lazımdır.”
Reşad Ekrem Koçu’nun “halk arasında” derken dînî bir sıfat kullanmamış olması, elbette yerindedir; zîra ayazmalar, İstanbul’da olsun Ortodoks Hristiyanların ve Müslümanların birlikte yaşadığı diğer yerlerde olsun, bütün halk tarafından şifâlı addedilmiş, “başkalarının azizleri/evliyâsı bize yaramaz” gibi bir tavrı olmayan kitlelerin ziyâretleriyle canlılığını sürdürmüştür. Hatta bâzen bunca insanın iştiyakla paylaştığı bir yer ortaklığı zorlayacak derecede değer kazanmış, paylaşılamayana dönüşmüş, meselâ Rum ve Ermeni kilisesi mensupları arasında bâzı ayazmaları sâhiplenmek adına zaman zaman çekişmeler yaşanmıştır. Nikos Acemoğlu’nun 1990 yılında Atina’da T’Agiasmata tis Polis (“[Konstantinu]polis’in Ayazmaları”) adıyla yayımladığı eserine eklediği listede, 509 ayazmanın ismi ve semti verilir. Bunların 160 küsûru, Reşad Ekrem Koçu’nun dev eserinde ayrı ayrı birer madde başlığıyla yer alır. Bâzısı kilise veya manastır toprakları dâhilinde, bâzısı özel mülkiyete geçmiş yerlerde, irili ufaklı ayazmaları 1947-48’de gezerek tespitler yapan Hakkı Göktürk (ve yer yer Osman Tolga), anlaşılan yayından önce 1959’da en azından bâzılarını tekrar ziyâret etmiş ve son durumlarını da dikkate alarak ansiklopedinin tahrir heyeti adına bu maddeleri yazmıştır. O yıllarda tasvirleriyle, kitâbeleriyle bakımlı veya tanınır bir hâlde bulunan hatta panayırı yapılan ayazmaları belirtmenin yanı sıra birçoğu için “... aşçı dükkânının altındadır ... metrûk bir hâldedir ... mülk sâhibi tarafından böyle bir ayazma olmadığı söylenmiştir” gibi ifâdeler kullanmak zorunda kalmıştır.
***
İstanbul’un, hatta belki geniş Osmanlı coğrafyasının ayazmaları arasında en ünlüsü, bugün Zeytinburnu Belediyesi’nin sınırları içinde olan “Zoodohos Piyi”dir (Hayat Bağışlayan Kaynak), yâni daha yaygın olarak bilindiği adıyla Balıklı Ayazması. Aynı ansiklopedinin “Balıklı (Zoodohos Piyi) Ayazması ve Rum Ortodoks Kilisesi” maddesini yazan Neoklis Sarris (1940- 2011), o sırada İstanbul Üniversitesi öğrencisi olmalı. Onun ayazmayı târihî açıdan ele alan yazısına bir de Hakkı Göktürk’ün 1950 yılından gözlemleri ve bizzat Koçu’nun, bilhassa avludaki Karamanlıca mezar kitâbeleriyle ilgili, kendi tespitleri eklenir.
Su ve şifâ deyince İstanbullu bir târihçi için ayazmaların akla gelmemesi mümkün değil.
Bugünkü görünümü îtibâriyle Balıklı için, yanındaki kilisesi ve kabristanıyla birlikte, 1830’lara ve sonrasına âit bir külliye diyebiliriz. Zâten yukarıda sözünü ettiğim ayazmaların birçoğu XIX. yüzyılın ilk yarısına âittir. Ancak, ve en önemli yanıyla bu pınar, sanırım şehrin bugüne kadar süreklilik gösteren en kadim mânevî odağıdır. Hıristiyan Bizans kültürü içinde şekillenmeden önce de bir şifâ kaynağı olarak bilinmiş olsa gerek. Neoklis Sarris, burayı bir Asklepios şifâ kültü ile ilişkilendirmekte haklıdır bence. Her hâlükârda, altıncı yüzyıldan îtibâren aktarılan rivâyetlere göre, mûcizevi ve şifâlı etkilerinden yarar gören Bizans imparatorlarının yakın ilgisine mazhar olmuştur. Bunların başında I. Leon gelir (“Trakyalı”, 457-474). Rivâyete göre, ipsiz sapsız gençliğinde surların dışında dolaşırken kör ve âciz bir yaşlı adama rastlayan Leon, ona yardım etmek ister, su isteyen adamı bir süre sırtında taşır. Bir noktada, gâipten gelen bir sesin yönlendirmesiyle adamın gözlerine orada bulunan çamurlu sudan sürer, o görmeyen gözler açılır. O ses, Leon’a ihtiyarın derdine devâ olmaktan öte kendisinin de imparator olacağını fısıldamıştır. Genç adam hemen orduya yazılır (bâzı rivâyetlerde zâten askerdir), yükselir, yıllar sonra imparatorluk tâcını giyer ve burayı ihyâ eder. En geç altıncı yüzyılda Justinyanus’dan başlayarak inşâ edilen yapılar çeşitli muhasaralarda ve toplumsal çalkantılarda tahrip edildiği için mîmârî sürekli değişse de buradaki denklemin tek sâbitesi, “yer”in ziyâretçilere sunduğu “mânâ”nın tek odağı suyun ta kendisi olmuştur.
Balıklı Ayazması’nın Osmanlı arşivine yansıyan izlerinde, bu şifâlı kaynağın ne kadar iyi bilindiğini, memâlik-i mahrûse coğrafyasının uzak yerlerinden, hatta dışından devâ bulmaya gelenler olduğunu görmek mümkün. Meselâ, 1844 yılında Sinoplu bir Rum kadın ayazmanın suyundan içmek için İstanbul’a gitmek istemiş, kocası eşinin hastalığından bahsederek ona seyahat izni almak üzere yetkili makamlara başvurmuştu. XIX. yüzyılın başlarından bir belgede, Fransa’nın hükmü altına giren Dalmaçya/Hırvatistan bölgesinden bir askerin ayazma yolunda şüphe çektiği için soruşturmaya uğradığından bahis geçer. Bir diğer arşiv belgesi, 1855 yılında devâ bulmak için kızını Balıklı’ya götüren ve başındaki iğnesi çalındığı için zaptiyeye başvuran bir Fatma Hâtun’dan söz eder. Şehrin o bölgesi Balıklı ile öylesine özdeşleştirilmişti ki bâzı belgelerde ayazmanın yakınındaki Seyyid Nizameddin Dergâhı’ndan “Balıklı kilisesi yakınında Mâhî zâviyesi” diye bahsedilir.
Ayazmanın olağan hâlini bilmeyenler dahi, baharı her yıl farkına vararak karşılamayı sevmiş ve âdet edinmiş bu şehrin erguvânî neş’esine peşrev yapan panayırından haberdardı muhakkak. Ortodoks takviminin belki de en önemli noktası olan “Paskalya günleri”ni ya da Evliyâ Çelebi gibi bâzı Osmanlı yazarlarının deyimiyle “kızıl yumurta günleri”ni tâkip eden panayır büyük kalabalıklar çektiği için birçok belgeye konu olmuştur. Hem ziyâret hem ticâret hem de bol eğlence vesîlesi her panayır gibi aynı zamanda bir ticâret fuarı addedebileceğimiz bu cümbüşlü olay, bilhassa küçük esnaf için yılın en büyük fırsatlarından birini teşkil etmişe benziyor. Tabiî toplumun değişik kesim ve katmanlarından bunca farklı insanı bir araya getiren panayır, “istenmeyen olaylar”a da sahne oluyordu. Elimizdeki belgelerden bâzılarında ya bu olaylardan bahsedilir ya da meselâ 1850 yılında, “Paskalya ve Balıklı günleri” nin vukûat yaşanmadan bitmiş olduğu kayda geçirilir. Özellikle 1918-23 yılları arasında birbirine rakip millî iddiaların yol açtığı gerginlikler, silâh kullanımına varan çatışmalara yol açmış ve panayırı eski hâliyle sürdürülemez kılmıştır. Bugün özenle bakılan ayazma, yaklaşık ikibin yıldır, belki de daha uzun süredir olduğu gibi, suyundan içip şifâ dilemeye gelen ziyâretçilere açık.
Balıklı Ayazması’nın ve XX. yüzyılın başlarına kadar her yıl çevresinde binlerce insanın katılımıyla gerçekleştirilen panayırın, şehrin en kadim ve en yoğun bostan bölgesinde, ünlü Yedikule marullarını yetiştiren toprakların hemen yanı başında bulunması bir tesâdüf olabilir mi? Aralarından gecen asfalt yol ve şehrin orasına burasına hâlâ pervâsızca yerleştirmeye devam ettiğimiz beton yapılar unutturmasın. Su ile yeşil her zaman birbirine yakın olmuş, yakışmış, bereketin bu iki farklı tezâhürünün birbirine, toprağa ve tabiatın hassas dengelerine bağlı olduğunu bilen insanlar, köylüsü şehirlisi, onları maddî ve mânevî değerleriyle korumaya özen gösterdikleri sürece talihli olduklarını bilmişlerdir. Ama hâlâ biliyor muyuz?